AYLAK DERGİ

PERRAN KUTMAN

  1. Seksenli yıllarda izleyicisiyle buluşan Perihan Abla dizisi, günlük sıradan yaşamları şiddetten entrikadan uzak, hoşgörü ve sevgi dilinin hâkim olduğu orta halli bir mahallede ekranlarımıza taşıdı. Toplum yaşantımızın temelini oluşturan mahalle kültürünü yansıtırken, Türkiye toplumunun panoramasını da gözler önüne serdi. O yıllardan bu yıllara geldiğimizde ekranlarımızda suç ve şiddet unsuru içeren birçok yapım görüyoruz. Geçmişten günümüze baktığımızda Türk toplumunun çok değiştiğini söyleyebilir miyiz?

İnsan toplumunun çok değiştiğini söyleyebiliriz. Bu ırksal, etnik bir değişim değil elbette.

Perihan abla dizisi 1988 yılında çekildi ve ben de orada diziye isim veren Perihan karakterini canlandırıyordum. Çok başarılı ve birçok diziye de ilham kaynağı olan bir seri idi. Benim adımın bile halkın dilinde Perihan abla olmasına yol açmış idi. Hatta hala o kuşak beni böyle isimlendiriyor zaman zaman. Dizide iki kardeşine bakmak zorunda olan Perihan ve ona deliler gibi âşık olan Şakir karakterine mahallede yaşayan diğer esnaf ve mahalle sakinlerinin katılması ile ortaya çıkan trajikomik olaylar var. Hepsi bu… 

Esasında çok sıradan, o yıllarda herkesin kendi mahallelerinde yaşadıkları cinsten olaylar. Aşırı abartı ve absürt komedi bile yoktu gerçekten. Çok izlendi, çok sevildi. Dediğim gibi birçok güzel diziye de yol açtı ardından. Diziyi çok fazla pembe bulutlar üzerinde geziniyor diye eleştiren izleyicilerimiz de oldu. Yazarlar Kandemir Konduk ve Umur Bugay ve biz oyuncuların, çoğumuzun yetiştiği ortamlar bu şekilde idi. Saygı, sevgi, yardımlaşma, güzel sözler, gülen gözler…

2003 yılında “bu bir mafya dizisidir” sloganı ile bir ilk, yine başarılı ve çok izlenen televizyon dizisi zamanı geldi. Seyirci bu sefer çok uzak olduğu bir dünyaya adım atmış oldu. Büyüleyici bir anlatım başlatan dizi çok heyecan ile yeni kahraman ve anti kahramanlar canlandırdı. Sert, çok sert bir dünya idi. Duygular bambaşka ve bilinen mahalle kültürü dışında idi canlandırılan dünya. Bu da çok izlendi ve devamında birçok başka diziye ilham kaynağı oldu, ya da etkileyerek konularına dahil oldu sıklıkla aynı sertlikler. 

Son yıllarda ise dizilerde kadın zayıf ve değersiz olarak sergileniyor ve çok fazla kadına şiddet sahneleri oluyor. 2011’den bu yana kadın cinayetleri sürekli artıyor ve son 10 yılda tam üç kat arttığını biliyoruz. Üstelik bu cinayetler bir anlık öfkeye kapılma ötesi, çok planlı, vahşice, kurgulanmış, psikopatça olabiliyor. Üstelik kadınların bunu hak ettiği söylemleri de az değil. Kadın; kıyafeti, davranışı, sokakta bulunduğu saat ve ortam ile bunu “hakkediyor”. Kadın cinayetlerini unutmadan buraya koyalım. Bu cinayet artışının kat kat fazlası kadına şiddet olaylarını düşünelim bir de. Tecavüz olaylarındaki artış, direkt fiziksel tacizler ve çok çok daha yaygın sanal alem tacizleri.

Bunları da ekleyelim.

Bir de genel şiddet artışı var. Trafikte yol vermeme nedenli kavgalar hatta cinayetler olmuyor mu?

İrili ufaklı çeteler, mafiatik oluşumlar her mahallede yok mudur? 

Tüm bu değişim, dönüşüm elbette diziler ve sinema filmleri nedeniyle değil. Suçluyu yanlış yerde aramayalım. Eğitim ile başlayan çok katmanlı bir durum söz konusu. Bunun tartışmasının yeri de burası değil. Ama şu kadarını söyleyebilme hakkım da olsun; sinema ve televizyon programlarının eğitim açısından çok da değersiz olduğunu düşünemeyiz.

  1. Gırgıriye, Ne Olacak Şimdi, Hababam Sınıfı, Köyden İndim Şehire, Mavi Boncuk oynadığınız sayısız filmlerden sadece birkaçı. Beyazperde de sizi hep nitelikli yapımlarda izledik. Türk sinemasının şu anda gelmiş olduğu noktayı nasıl değerlendirirsiniz?

İlk sinema filmi karakterim 1970’lerin başında idi. Gırgıriye filmleri ise karakterleri ile çok sevildi. Bu da bir mahallenin neşeli, sevecen, hareketli, renkli, can Roman tiplemelerinin parodisi idi. Çok sevildi. Güldürdü. Hala izleniyor ve güldürüyor. Şartlar, teknik imkanlar çok kısıtlı idi günümüz ile karşılaştırınca. 

Nitelikli yapımlar tanımlamanız bu filmler için hoş bir övgü. Zevkle ve gururla kabul edeceğim bu tanımınızı. Teşekkür ediyorum. Ama şimdilerde yapılan sinema eserleri içerisinde gerçekten olağanüstü işler var. O kadar çok şey değişti, gelişti ki; çizgi animasyon izlerken bile duygu seline kapılabiliyoruz. Efekt tekniklerinin, ses kayıtlarının gelişimini ise hep beraber izliyoruz.

Genç oyuncular ve onlara eşlik eden, tecrübeleri ile olağanüstü katkılar veren sevgili oyuncu meslektaşlarım zaman zaman gerçekten harikalar yaratıyorlar. 

Komedi ise bu toprakların en büyük zenginliği. Çok büyük espri hazinesi üzerinde oturuyoruz. Karadenizli, Kürt, Egeli, Trakyalı, yukarıda zikrettiğim can Roman, Rum, Ermeni, Yahudi tiplemelerini düşünmek bile insanı gülümsetiyor değil mi?

Türk sineması şu anda hızla ilerledi ve biraz da pandemi ve zamanın ruhu nedeniyle nadas döneminde, dinleniyor, enerji topluyor. Bunu kehanet olarak sanmayın bu bir gözlem, göreceksiniz birkaç yıl sonra Türk sineması çok daha olağanüstü eserler çıkaracak.

  1. Deli saraylı diziniz ekran yolculuğuna değişik politikalar yüzünden çok kısa süre de veda etti.  Sanatta sansürün cumhuriyet döneminden bugüne kadar olan yolculuğunu nasıl yorumlarsınız?

Deli Saraylı dizisi çok kaliteli kadrosu ile iddialı bir giriş yaptı. Vatanın, İstanbul’umuzun işgal yıllarında geçen konusu çok ilgi çekti.  Sene 1920’dir. İşgal yılları. İstanbul elit kitlesi ve işbirlikçileri kendi hayatlarını hiçbir şey olmamış gibi yaşamaktadırlar. Deli Saraylı Perizat ve ailesi istihbarat amacıyla bu ailelerin arasına karışırlar ve çok yabancı oldukları ortam ve görevleri nedeniyle trajikomik olaylar gerçekleşecektir.   Sene 2010. Yani 90 yıl sonra Kuvayi Milliye, cumhuriyet, direniş, kurtuluş mesajlarını içeren dizi 11. bölümünde yayından kaldırıldı. 

Seyirci izlemedi, belki de hoşlanmadı diyebilir miyiz?  Dizi içerisindeki kavramlar belki hoşa gitmedi, olabilir mi? 

Ama sonuç olarak basına açıklama izlenme oranlarının düşüklüğü oldu. Daha çok izlenme oranlarına kavuşmak için yapılması gerekenlerin karşılanamadığı bu dizi de böylece kaybedilmiş oldu. 

Yazık oldu.

Sansür konusu öncelikle otosansür’ün teşviki ile başlıyor. Bizim kuşağımız ülkemizin en acılı yıllarını yaşadı. Sanat da bu yılların içerisinde acı çeke çeke bugünlere geldi. Yazarlar, müzisyenler, sinemacılar hapis ve sürgün hayatları yaşadılar. En azından mahkemelerde üzüldüler çok. Anneler babalar evlatlarını aman oğlum, canım kızım dikkat, aman yapma, etme ile büyüttüler. Elbette karşı koyan, engel tanımayan nice sanatçılarımız oldu bütün yaşadıkları acılara rağmen. Ama neticede otosansür beynimizin kıvrımlarına yerleşti. Şimdilerde gençler sosyal medya etkisi ile de aldıkları nitelikli yüksek eğitim ve tüm özgür dünyanın katkısı ile çok daha özgür düşünceliler bizden. Dolayısı ile şimdi başlıyor özgür sanat. Göreceksiniz bu ülkenin gençleri çok güzel işler yapacaklar sanat adına. Pek yakında hem de. Enerji taşıyor ve izlerini büyük gururla, zevkle izliyorum.

  1. 1967 yılında Devekuşu Kabere’nin kuruluşu ile Metin Akpınar, Zeki Alasya’yla oynanan kapalı gişe oyunlar, çıkılan sayısız turneler, salonlara sığmayan seyirciler, siyasi hicivlerin havada uçuştuğu ama siyasilerin bile gülerek ayakta alkışlayarak izlediği, özgürlüğün yaşandığı o güzel yıllar. O yıllara dönüp baktığınızda özlem hissediyor musunuz?

Konservatuar eğitimimin bitmesi sonrası ilk tiyatro ile tanışmam Ulvi Uraz ile oldu. Olağanüstü bir hoca idi. Tiyatro saygısını, önemini öğreten Ulvi Uraz hocamı sevgi ve rahmetle anıyorum. Daha sonra Nisa Serezli, Sezer Sezin ve Miyatro isimli tiyatro grubu yılları geliyor. Tıklım tıklım dolu salonlar, bilet bulunamayan zamanlar. Artiz Mektebi isimli müzikal tiyatro ile daha büyük salonları doldurmaya başladık. Zamanımızda yeniden prodüksiyonu olsa yine ortalığı yıkacak bir müzikal komedi tiyatrosu. Müjdat Gezen ve Kandemir Konduk ikilisinin yazdığı harika oyun. Müjdat Gezen ile başlayan iş arkadaşlığı ile sinema filmlerimiz ve sahne şovlarımızı da unutmam mümkün değil. Zeki Alasya ve Metin Akpınar ve birçok sanatçı arkadaşım ile her biri ses getiren nice işlere imza attık. Her birini sevgiyle anıyorum. Siyasi hiciv dediniz.  Gerçekten dönemin en önemli siyasi figürleri kendilerinin de izlediği şovlarda kendileri ile ilgili esprilere tüm seyirciler ile gülerlerdi. Hatta o gün izlemeye geleceğini haber aldığımız siyasetçi ile ilgili özellikle yeni hicivler oluştururduk alelacele. Bugün siyaset ile ilgili hiciv yaparsanız canınızı sıkarlar. Hiçbir siyasetçinin bugün kendileri ile ilgili espriye tahammülü olmadığını düşünüyorum. Bu hoşlanmama hali de bulaşıcı üstelik. Ayırt etmeden hiçbir siyasetçi ile ilgili hiciv yapılamaz şimdilik.

  1. Tiyatro sahnelerinde Yıldız Kenter, Ulvi Uraz, Nisa Serezli gibi birçok usta isimle çalıştınız. Tiyatro yıllarında oynamak isteyip oynayamadığınız bir rol oldu mu?

Bahsettiğiniz her bir ismi saygı ile sevgi ile anıyorum. 

Nisa Serezli-Tolga Aşkıner Tiyatrosu’nda “Yavru Kuşlar” isimli bir oyun hazırlığı vardı. Daha işin çok başındayım. Bana verileceğine inandığım bir rol için hazırlanıyordum. Çok çalıştım, tüm süslemelerimi tamamladım. Hazırdım. Okuma provasına geldim; rolün bana verilmediğini öğrendim. Üstelik tüm süslemelerimi de diğer oyuncu arkadaşıma kopya olarak verdiler ve bana verilen çok daha düz ve süsleme yapılması imkânsız role öyle hırsla asıldım ki sahnede, oyun alkışlarla kesiliyordu.

Ulvi Uraz Tiyatrosu’nda “Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım” isimli oyununda çok küçük bir rolüm var. Beyaz bir perde arkasındayım üstelik. Gölge olarak. Bir Roman kızıyım ve 5-6 cümlelik bir rol “yalanın kanatları var toz pembe bulutlardan…” diye başlayıp devam eden. Pembe ağzımdan heyecandan yanlışlıkla “peynbe” olarak çıktı. Ulvi hocam beni oyun sonunda alnımdan öperek o nasıl bir Roman taklidi öyle; sen çok büyük bir oyuncu olacaksın dedi. Asla itiraf edemedim hata ile olduğunu. Ve işin garibi yıllarca o şekilde pembe demek için çok çabaladım diğer rollerimde de.

  1. Suç ve şiddet içeren yapımların ön planda olduğu ekranlarımızda, kaliteli ve ailecek izlenecek yapımlar bulmakta zorlanıyoruz. Yeni bir projede dikkatinizi çeken en önemli unsurlar nelerdir?

Biz duyguları üst seviyelerde yaşayan enerjik, genç, etkileşime açık bir toplumuz. Her türlü yayın, yapım elbette toplumları etkiler. Bir kişi çıkıp hastayım ve kemik iliği nakline ihtiyacım var derse ve bu yeterince işlenirse basın ve yayın tarafından, ülkece kuyruklara girerek ilik bağışı yapmaya çalışırız. Televizyon ve sinema zamanımızın toplum mühendisliği enstrümanları. Tüm ülkeler, tüm rejimler bunu kendi arzularına ve yönelimlerine göre şekillendirmeye çalışırlar. Bu bir gerçek. Ama sanat özgürlükçüdür, aykırıdır. Her zaman öyle olmuştur, öyle olacaktır. Sanat budur, sanatçı da budur. Tam da bu nedenle sanatçı azdır, sayıca az olmasına ve etkisiz olmasına çaba harcar dünyada her rejim.

Türkiye son yıllarda çok değişti hem olumlu hem de olumsuz birçok değişiklik oldu. Türkiye çok gelişti, nüfus sayısı arttı, eğitim kalitesi değilse bile eğitim seviyesi arttı, zenginleşti, yaşam kalitesi arttı, dış dünya ile bağlantısı inanılmaz arttı, köyden kente göç ile köy yaşamı biterek her yer kent haline döndü, kentler de yöresel yaşam kültürleri ile tanışıp iç içe geçti. Bu da ister istemez toplumun ve beklentilerinin değişmesine yol açtı. 

TV programları ve diziler de bu değişime ayak uydurdular, çok izlenme amaçlı ve sonucunda reklam getirilerini sağlayan yapımlar olmalı idi. Böylece birbirinin aynısı konular ve tiplemeler ile bir zaman geçti. TV kanalları bu sürecin böyle gitmeyeceğini fark ederek, çok daha ekonomik, izlenme zamanının tamamını işgal eden mesela yarışma programlarını keşfetti, sonra bir de bakıldı ki bu yarışmalardaki sevinçler ve kaybetme hüzünleri izleniyor. Bu sefer bunları abartılı sunmaya başladılar ve nerede ise dizilerin yerini aldılar bu yarışma serileri. 

Derken bir de baktık, dijital platformlar oluştu ve diziler oraya kaymaya başladı. TV dizileri daha az izlenir olma tehdidi ile karşı karşıya. İstediğiniz saat istediğiniz bölümü ileri geri sararak izlemek cazip geldi. Hem de mobil cihazınızdan, metroda. Değişimin önünden çekilerek yol vermek gerek.

  1. Varoluşsal sürecinizde sizi en çok etkileyen edebiyatçılar, yönetmenler ve müzisyenler kimlerdir? 

Yıllarca tiyatro, sinema dünyası içerisinde yer alınca, ister istemez ülkemizin en önemli edebiyatçı, sinema ve tiyatro yönetmenleri, müzisyenleri ile tanıştım, çalıştım, ya da izledim. Birçoğu ile iş hayatım dışında özel dostluklarım, arkadaşlıklarım vardır. Ayırt etmem, öncelik vermem imkânsız.

Ama bir anımı anlatmalıyım. Boğaz köprüsü henüz yok. Üsküdar’da oturan oyuncu arkadaşım şiddetli lodos yüzünden gelemedi. Orhan Kemal’in oyunu “İspinozlar” ı oynuyoruz. Orhan Kemal’ de o akşam bizi ziyarete gelmiş. Ulvi Hoca net bir ses tonu ile “sen çıkıyorsun Orhan” dedi. Çok gencim ve Orhan Kemal ile karşılıklı oynadım.

Yönetmen deyince ilk aklıma gelen Francis Ford Coppola olur, Steven Spielberg’ de öyledir. Edebiyatçılar içerisinde çocukluk yıllarımın Küçük Prens kitabı yazarı Antoine de Saint Exupery ile başlayarak, gençlik yıllarımın Franz Kafka’sı ve devamında isimlerini saymakta ve sıralama yapmakta zorlanacağım isimler var sayısız. Çok çeşitli yazarlar ve konular okumaya özen gösteririm. Çok okurum, hemen her gün okurum.

Müzisyenler içerisinde ise beni en çok etkilemiş olan grup tüm dünyalılar gibi Beatles’ dır. Felsefesi ile Bob Marley, burnumun direğini sızlatan Janis Joplin ve genç nesilden Amy Winehouse’u ise dualarla anarım her dinlediğimde. Biraz da kızarım için için ne hakları vardı bu kadar erken gitmeye. Yazık çok yazık.

RÖPORTAJ: GÜLİN EREN SAYGIN

Abone Ol

Yeni sayılarımızdan haberdar olmak için
ücretsiz abone olabilirsiniz.