Son Orta Oyunu ve Son Kavuklu
İsmail Hakkı Dümbüllü
-Koşturmaktan öleceksin be oğlum! Sakin ol bakalım. Şimdi gelecek Baban Bey. Gidecek misin sürreyi uğurlamaya? Meydan dolup taşmıştır şimdi. Bak geliyor baban.
On beş yaşlarındaki bu çocuk, Şişman Hakkı diye tanınan üvey babasından harçlık aldı ve Doğancılar semtine gitti. Bilet alıp Dilkuşa tiyatrosunun kapısından içeri girdi. Çocuk o sahnede o gün zamanın ünlü tiyatrocusu, tuluat ve orta oyunu bir arada sergileyen “Komik-i Şehir” ünvanlı Kel Hasan’ı izledi. Daha sonraları bize bunu “İçime bir sanat aşkı saplandı” diye anlatacak olan çocuğun adı ve bahsi edildiği gibi olmayan kavuğun tek usta çırak ilişkisinin Türk geleneksel tiyatrosunda ilk ve son örneği olacak müsebbibi İsmail Hakkı Dümbüllü ’den başkası değildi.
“Ey muhterem seyirciler, bu yana, bu yana biraz da kulaklarınızı verin bana. İçerde gönülleri fetheden, kalpleri yerinden oynatan, göbeklerini birbirine katan at macerası sizleri bekliyor. Buyurun, Buyurun!”
Semih Sergen’in sunduğu Dr. Şadan Gökovalı’nın yazdığı iz bırakanlar belgeselinde Sergen, “O dönemde toplum, sanata ve sanatçıya açık değildi” diyor. Bir devrin içerisinde toplumu sahne önündeki koltuklara oturtabilmenin ustalıktan geçtiğini, ustalık kelimesinin okullu olmakla pek ilgisinin bulunmadığını sözlerime eklemek istiyorum. Basitçe halk dili söylemleri kullanarak “Hgelin” der gibi “Buyurun!” diye seyirciye bağırmasının izahatı bu sanıyorum.
Haldun Taner bu durumu orta oyuncularda iki basamak olduğu birinin yaratılış itibari ile kişide bulunduğunu ikincisinin ise zamanla edindiği teknikler olarak yorumlarken yaratılış serüvenine daha büyük bir parantez açarak anlatıyor. “Kanı sıcaklık”, üslup, halin ve tavrın kimseye benzememesi, farklı bir dünya görüşü, ışık, “Yaydığı radyasyon” diyerek herkesi etkisi alanına almayı başarabilenin geliştireceği teknikler sadece teknik anlamında iyi sayılabilen bir oyuncu için aslında yeterli olamayacağını dile getiriyor.
İsmail Hakkı 1897 yılında Üsküdar’da dünyaya gelir. Babası Osmanlı Padişahı silahşörlerinden Zeynel Abidin Efendi, annesi Fatma Azize Hanım’dı. İsmail daha altı aylık bir bebekken annesi ve babası ayrılırlar. Zamanlarının sonuna yaklaştığı yıllarda anılarını Sadi Yaver Ataman’a anlatırken üvey babasının kendisini çok sevdiğini ve yine onun isteği ile Toptaş Askeri Rüştiyesine girdiğini ekler. Tiyatro yapmasına karşı çıkan ailesine, Üsküdar Müftüsü olan amcası “Oyuncu olmak ahlaksızlık değildir. Bu sanattır.” Demiştir. Böylece İsmail, okulda, evde, sokak aralarında kendi uydurduğu oyunlarla hayatının başka bir dönemine girmiş bulunmaktadır.
Bilinen adıyla Dümbüllü İsmail Efendi, ‘Dümbüllü’ adını nasıl aldığını şöyle anlatır:
“Peruz Hanım vardı kantocu, Samran’dan evvel. Bu Peruz Hanım o zamanın en birinci kantocusuydu. Hem de beste yapar, güftesini de kendisi yazardı. Dümbüllü diye bir kanto söylerdi. Buna bir gazel ilave ederek söylemeye başladım. ‘Dümbüllü, Dümbüllü, Gabarala, mabarala, Dümbüllü’ diye oynardık. Böylece Dümbüllü adı üzerimde kaldı.”
Dümbüllü de Kel Hasan ve Naşid’in yanında yetişti. Bir usta-çırak ilişkisi vardı. Fakat ne Kel Hasan ne de Naşit, ciddi birer kavuklu değillerdi. Hamdi ve Dümbüllü, onlardan ileriydi… Naşid, devrinin en büyük mukallitlerindendi. Yani büyük bir taklit ustasıydı. Pek çok ağzı seslendirir ve pek çok tipi başarıyla oynardı. Kel Hasan da tulûat yapmıştır, kavukluya da çıkmıştır ama ne Hamdi ne de Dümbüllü kadar ileri değildi. Özellikle bir dönem işin patronluk kısmında kaldı. İyi de paralar kazandılar ama hazıra dağ dayanmadı. Dümbüllü ise maalesef bir çırak yetiştiremedi.
Geleneksel Türk Tiyatrosu, Naşit ya da Dümbüllü dâhil kimsenin tekelinde olmadığı için temsiliyet hakkı alınıp verilen bir şey değildir. Güllü Agop’un tiyatrosu değil ki bu. Orta Oyunu yapmak isteyenlere sahne de var meydan da. Kimse çıkıp da size “Durun!” demez.
Bu kavuk vb. gibi nişaneler, daha çok usta-çırak ilişkisini vurgular. Genel olarak bir sanat dalının tamamını ifade etmezler. Naşit, Abdi’nin çırağıydı ve ustası ona kuşağını ve keçe külahını bir oyun sonrasında verdi. Bu devir teslim ritüeli Ahilik geleneğinin bir parçasıdır. Ardıl olan kişiye ustası önce el verir. Maharet el öpmek değil, el alabilmektir. Buna layık olabilecek emeği bir çırak ve bir kalfa olarak çeşitli dönemlerde ortaya koyabilmektir. Bu el öpme, kuşak bağlama ve külah giyme ritüeli bir tür, diploma törenidir. Külah takmadan başa kavuk geçirmek, ilkokul okumadan Tıp fakültesine geçmeye benzer.
Esasında Geleneksel Türk Tiyatrosu’nda böyle bir “Devir” geleneği de yazılı kaynaklar açısından yoktur. Sadece devrin köşe yazarlarının veya tanıklarının anlattıklarından bildiğimiz Naşid’e verilen külah var. Ustası Abdi’nin elini öpüyor, kuşak sarıyor, diplomasını alıyor. Dümbüllü’ye Kel Hasan’dan böyle bir devir teslimle geçiş olduğunu belgeleyen nitelikte bir kayıt yok elimizde. Evet, kendisine miras kalmıştı ama Dümbüllü, Kel Hasan’dan çok Naşid’in çırağıdır. Kel Hasan, erken yaşta sahnelerden çekildiği için Dümbüllü, bir dönem kendi tiyatrosunu yapmış daha sonra da Naşid’in yanında kalfalık etmiştir.
Geleneksel Türk Tiyatrosu’nun, Orta Oyunu kısmının iki ana karakteri vardır. Bunlar, Gölge Oyunu geleneğindeki Karagöz ve Hacivat’a karşılık gelen Kavuklu ve Pişekâr’dır. Kavukluların en ünlüsü ise Hamdi’dir. Pişekârların en ünlüsü ise Küçük İsmail. Kavuklu Hamdi, adı üstünde Kavuk takarken, Pişekâr bir takke takar. Oyunu yönlendiren kişidir Pişekâr. Nejat Uygur Tiyatrosu’ndaki Bahri Beyat ustayı hatırlayanlara örnek olarak gösterilebilir. Lafı ortaya o atar. Dişi sözler, erkek sözler vardır. Birbirleriyle bu şekilde paslaşırlar.
Pişekâr, Gölge Oyunu’ndaki Hacivat’a denk gelse de biraz daha “Sonradan görme” şehirli bir tiptir. Gösteriş merakı vardır, hava atmayı sever. Bilgili geçinir. Kavuklu olmak apayrı bir sahadır. Çünkü halkın içinde olmayı gerektirir. Birinci mevkide giden Kavuklu göremezsiniz. Onlar, her daim halkın arasındadırlar. Halkı çok iyi tanırlar. Halk katmanlarını, sınıfları, yerel değerleri iyi bilir, din, dil, ırk üzerinden aşağılayıcı ve küçümseyici sözler etmezler. Toplumun yediden yetmişe tüm kesimlerine seslenmeyi ilke edinirler. Bağ kurucu, birleştiricidirler. Konularını da doğrudan halktan alırlar.
Bir aktörün kötü bir Kavuklu olması, kötü bir oyuncu olduğu anlamına gelmez. İyi bir Pişekâr olabilir meselâ. Belirttiğimiz gibi iki ayrı saha. Çok başarılı bir diş hekiminin aynı zamanda çok başarılı bir kardiyolog olmasının beklenemeyeceği gibi…
Bir “Kavuklu” olan İsmail Dümbüllü ‘nün can dostlarından Tevfik İnce ona yıllarca Pişekârlık yaptı. Bu iki usta, gazinolardan çay bahçelerine, kasaba meydanlarından kahvehanelere kadar pek çok yerde oyunlar oynadılar. Ekmeklerini kendi alın terleri ile kimseye müdana etmeden kazandılar. Kimseye el açmadılar.
İsmail Dümbüllü ‘nün çırağı olmadığı gibi kendisinden sonra başka bir Kavuklu da yetişmedi. Elbette üç gün Kavuklu olmakla, beş gün Kavuklu olmakla dönecek değirmen değil bu. Zaman zaman Kavuklu ’ya çıkan ustalar olmuşsa da bu geleneksel tipi devamlı bir halde yaşatamadılar.
Velhasılıkelam, kendisinden sonra “Kavuğu” devredecek bir ardıl yetişmediği için, İsmail Dümbüllü, Geleneksel Türk Tiyatrosu’ndaki “Kavuklu” tipinin nişanesi olan “Kavuğu” hiç kimseye vermedi. Buna layık bir Kavuklu bulamadı. Çünkü artık Kavuklu yetişmiyordu. Kimse ilgilenmiyordu.
Kesin ve Net: İsmail Dümbüllü hiç kimseye Kavuk vermedi!
Münir Özkul’un ciddi bir sağlık sorunu vardı o dönem, tiyatrodan kopmuştu. Özkul’u yeniden tiyatroya döndürmek ve maddi sorunlarını aşabilmesine destek olmak için sevenleri tarafından arka çıkıldı. İşte bu süreçte Münir Özkul’a moral olsun diye Dümbüllü ‘ye gidip “Kavuğu bir törenle Münir’e verseniz?” dendi. Dümbüllü ise reddetti. Kavuğu devretmeye layık bir Kavuklu yetişmediğini söyledi. Uzun uzadıya ısrar edilince Dümbüllü, evindeki “Takkelerden” birini Münir Özkul’a, 1968 yılında Arena Tiyatrosu’ndaki Kanlı Nigâr oyununun temsili sonrası verdi.
Esasında Dümbüllü, kavuğun kendisi ile birlikte gömülmesini vasiyet etmiş. “Kavuğum benimle birlikte mezara gömülsün.” demiş. Böyle vasiyet etmiş.
Aile, dönemin Diyanet İşleri Başkanlığı’na danışıyor ve kendilerine bunun İslam geleneğinde yeri olmadığı söyleniyor. Kavuk gömülmüyor, ailede kalıyor. Dümbüllü’nün tabutuna konuyor cenazede ama gömülmüyor. Şimdi ise bu kavuk, Dümbüllü ‘nün komik ceketi ile birlikte bir bankanın kasasında muhafaza edilmekte.
Söylemeyecektim ama şunu da diyeyim:
“Dümbüllü’nün verdiği o “Takke” Pişekâr takkesidir. Pişekâr da sonradan görme, akıllı cahil bir tiptir. Yani Dümbüllü Usta, takkeyi verirken de işini yapmıştır. En zarif haliyle taşı gediğine koymuştur. Adile Naşit ki koskoca Naşid’in kızıydı ve ayrıca meddahlığı da vardı, inanın o bile olmazdı. Çünkü Meddah ayrı kişi, Kavuklu ayrı kişidir. Ayrıca kavuk, bir erkek serpuşudur.”
Kadınların sahnede topuk seslerini daha baskılı ve gürültülü vurmaları gerek. Bu da kavukla olacak iş değil. Yeni bir çığır açmak gerek. Yeni bir perde, yeni bir destur çekmek gerek. Hakkımızdır. Sahneye çıkabilmek için kılı kırk yaran kadınlarımıza ödeyeceğimiz bir borç var. Haklarıdır. Elbette belli bir sanat dalı içindeki ama kültürel kodlara dayalı ama yerleşik inançlara bağlı erkek egemen kafaya karşı durmak da tüm sanatçıların ve kadınların haklarıdır. Gelenekler de biçim değiştirirler. Zamana bağlı olarak başka formlara bürünürler. Bunda korkulacak bir şey yok. Aksine gelişmenin, aydınlanmanın, ilericiliğin de bir alametidir bu. Bence de bazı kalıplar yıkılmalı. Kadınlar var olmalılar her alanda ama üzerinde çalıştığımız özü incitmeden yapmalı bunu.
Dümbüllü, İstanbul kenar mahallelerinden çıkma bir halk çocuğudur. Bu kadar sevilmesinin yegâne sebeplerinden biri de budur. Der ki İsmail Hakkı Baltacıoğlu, “Bizim halkımız Şarlo ’ya gülmez, Şarlo’ya acır! Laf mimiğinden çok jest mimiğine güler.” Dümbüllü’nün sahnedeki mimikleri ve ses tonu yalnızca kendine hastır. Güldürmenin, gülmenin insanları birbirine yaklaştırmakta en etkili bir kaynaştırma vasıtası olduğunu anlatır.
Diğer büyük sanatçılarımız gibi İsmail Dümbüllü ’nün de büyük bir zamanlama ustası olduğu bilinir. Hatta Altan Erbulak tüm bu “Zamanlama” olayına bizzat şahitlik etmiş ve kendisine sormuştur. “Hocam, dört gecedir üst üste sizi izliyorum. Aynı repliklerin birinde cevap verişiniz Tevfik Hoca’nın söylediğinin ya bir saniye sonrasına ya da o daha lafını söyler söylemez ya da aynı lafı bir kere daha tekrar ettirdikten sonra cevap veriyorsunuz. Her seferinde buna herkes gülüyor. Bunun hangisi doğru?” diye sorar. Usta bu soruya, “Seyirciyi koklamak” cevabını verir. Tanışmaları ise sahnenin üzerinde oyun devam ederken herkesten daha çok gülen, dört gecedir kendisini izleyen seyircisine dönüp “Evladım sen, bu açık hava sinemalarının sahibinin oğlu musun?” diye espri yapması ile gerçekleşir. Bizim espri dediğimiz onların tuluat dedikleri şu anda yapılması güç olan çünkü öğretmeni olmayan bir olay Erbulak’ın da deyimiyle gözleri önünde gerçekleşmiştir.
Dümbüllü yalnız söz söyleme ve zamanlama da değil oyunu duruma uydurmada da büyük bir ustadır. Bir gün havuz üstüne kurulmuş bir sahnede sıcaktan bunalınca sanki oyunun gereğiymiş gibi kendini havuza atmıştır. Türk seyirlik oyunlarının altın çağını yaşayan İsmail Dümbüllü elli beş yılı aşkın sahnede kaldı. Orta oyunu ve tuluat geleneğimizin son temsilcisi sayılır. Tiyatronun yanı sıra 1945 sonrası birçok filmde de rol aldı. Kızılırmak – Karakoyun (1946), Kılıbıklar (1947), Dümbüllü Macera Peşinde (1948), Keloğlan (1948) … Bu filmlerin başlıcalarıdır.
Dümbüllü, geçirdiği trafik kazasının üzerinden bir ay geçmişti ki 5 Kasım 1973’te, hayata gözlerini kapadı. 76 yaşındaydı.
-Koşturmaktan öleceksin be oğlum! Sakin ol bakalım. Şimdi gelecek Baban Bey. Gidecek misin sürreyi uğurlamaya? Meydan dolup taşmıştır şimdi. Bak geliyor baban.
Sürre; Osmanlı padişahlarının, ileri gelenlere dağıtılmak üzere, Mekke ve Medine’ye gönderdikleri para ve armağanlara verilen ad. Osmanlı padişahları birinci dünya savaşına kadar bu armağanları özel bir törenle uğurlarlardı. Böylesi bir dalkavukluğun içinde üvey babanın oğluna verdiği bir küçük harçlığın tiyatro biletine, o biletin yol açtığı bunca serüvenin içinde Şişman Hakkı Bey’i bir kez daha anmak istedim. Sahiplik duygusunun o benimdir diyerek olamayacağına, benim dediğini de ne kadar yaşatacağına, öz kelimesinin anlamını bir kez daha yoklamaya davet ederken sizi, yaşam ve ölümün iki kelimede iki ayrı cümle ettiğini tıpkı bir düşünür edası ile cevaplamış büyük ustaya bırakıyorum son sözü.
“Gençlik bir kuştur, uçtu tutamam. Yaşlılık bir kumaş, aldım satamam.”
Kaynakçalar; Tekin Deniz Arşiv, Prof. Dr. Şadan Gökovalı, TRT Arşiv
Yazan ve Derleyen: Pınar ÇAKMAKLI