AYLAK DERGİ

ÖMER SİNİR

1. Her meslekte elbette ki kişinin kendi bakış açısı, karakteri işine yansıyor ya da tersine bir bağ da mümkün. Fakat oyunculuk, yönetmenlik gibi meslekler bu bağın çok daha şiddetli örnekleri… Örneğin bir yönetmen normal hayatında gözlemci konumuna çok sık düşer mi? Ömer Sinir’e ait olan hangi özellikler mesleki anlamda sizi besliyor?

1980-90’lı yıllarda küçük yerleşim yerlerinde yaşamış her çocuk gibi ben de sokakta büyüdüm. Çıraklık, pazarcılık, garsonluk gibi birçok işte çalıştım çocukluğumdan beri. Kimin kim olduğunu bilmek zorunda olduğun, esnafın, pazarcının, doğulu-batılı-kuzeyli-güneyli’nin küçük bir alanda birlikte yaşadığı bir mahalleydi yaşadığım yer. İster istemez her meşrepten insanı sayfalarca anlatabilecek kadar tanımış oldum küçük yaştan beri.

2. Filmografinizi incelediğimizde kamera önü ve arkası birçok farklı deneyiminiz olduğunu gördük. 2010’da birçok ödüle sahip olan  “38 Derece” isimli kısa filminizde hem oyunculuk hem senaryo hem de yönetmenliği bir arada yürütmüşsünüz. Bu çeşitlilik size ne gibi avantajlar veya dezavantajlar sağladı?

Film prodüksiyonunun birçok departmanında çalışma şansım oldu, aynı zamanda üniversitenin ilk yıllarından itibaren kısa filmler çekmeye başladım. Bir filmin düşünce aşamasından AVI dosyası haline gelene kadar olan tüm süreci çok kez yaşadım. Kendi imkânlarınızla bir film yaratmaya çalışırken birçok şeyi zaruri bir şekilde öğreniyorsunuz zaten. Filme dair geçirdiğim bu zaman çoklu iş yapma becerisi geliştirdi bende. Gocunmadan, üşenmeden çoğu işin altına girebiliyorum. Tek dezavantajı ise ara ara gelen yabancılaşma duygusu. Şu an napıyorum ben ya, sorusu. 🙂

3. “38 Derece”yi izlediğimizde akılda kalan replik muhtemelen birçok izleyicideki gibi şu oldu: “Hiçbir dönüş dışa doğru değildir çıktığın hiçbir yer dışarı değil.” Bu, sizin hayata bakış açınıza dair bir ipucu gibi hissettiriyor. Bu cümle sizde neler hissettiriyor?

Züleyha Özgen’in hikâyesidir “38 Derece”. İlk okuduğumda benim de en etkilendiğim cümle aynı cümleydi. Esas absürtte hissettiğim birçok şeyi barındırıyordu. Her birimizi üzeri Eti Puf kabıyla kapatılmış bir uzayda, hayata anlam yüklemeye çalışan zavallılar olarak görüyorum. Bilinçle lanetlenmiş bizler ve  küçük döngülerin daha büyük döngüleri oluşturduğu zaman. Tabii ki hayatı bu kadar varoluşsal yaşayıp derin hezeyanlarda kaybolmamayı seçiyorum genelde. Ama bazen de bile isteye bir çamaşır makinesinin içine atlar gibi atlıyorum o duyguya. 60 derecede, 1200 devirde, beyazlarla yıkıyorum kendimi. Çıktığımda ise dünyayı hâlâ aynı dünya olarak buluyorum. Kirlerimden tam kurtulamasam da, temiz kokuyorum en azından.  

 4. “Gibi” absürt komediler arasında kendine ayrı bir alan açmayı başaran çok doğal bir iş. Kadrajın gözünden bu doğallık nasıl sağlandı?

“Gibi” filmsel açıdan kolektif bir iştir. Feyyaz ve Aziz’in çok özel gustoları var. Senaryoları ilk işlemeye başlamamızdan itibaren havalı olan ne varsa yerle yeksan ediyoruz. Yıllardır görüp adını koyamadığımız çoğu duyguyu gerçek anlamda kaşımaya çalışıyoruz. Büyüğü küçültüp, küçüğü büyültüyoruz. Tüm bunları yaparken “hayatın olağan akışı”na bağlı kalmaya çalışıyoruz. Filmlere hazırlanırken iki aşamamız oluyor. Birincisi gerçeği en bizlik hâlde resmedebilmek. İkincisi ise komediyi bu anlatının bir yerinde patlatmak değil de, komple içine yedirmek. Bu durum insanlarda “Gibi”yi izlerken ince, gevrek bir tebessüm hâli yaratıyor. Düşük ihtimal de olsa olasılığı bulunan bu hikâyeleri, sıklıkla olan olaylar gibi resmetmeye çalışıyoruz. Ve çekim anında komedi filmi çekmiyoruz, bitmiş filmlerimiz komedi oluyor. 

5. Dizinin belki de bu kadar özgün olmasının temeli hem sıradan hem sıra dışı olması… Absürt komedi işinde yer alıp bu çelişkide dengeli bir biçimde ilerlemeyi nasıl başardınız?  Sizi zorlayan yanları oldu mu?

Aslında “Gibi” tür itibariyle “Bağımsız Komedi” oldu diyebilirim. Daha öncesinde birçok reklam filminde absürdü tema dâhilinde işlemiştim. “Gibi”de ise temanın ötesinde özüne yerleştirmeye çalıştık. Fantastik ya da sürreal öğelere hiç girmeden ayakları bu dünyadan hiç kalkmayan anlatıyı benimsedik. Bu bizim kabımız oldu. Neyi nasıl işleyeceğimizin hesabını çok önceden yapmadık ama nasıl işlemeyeceğimiz konusundaki fikirlerimizden vazgeçmedik. İşin yaratıcıları olarak ortak bir düzlemde rahatça anlaşabiliyoruz. Demokrasinin çalıştığı nadir film yapım projelerindendir “Gibi”. Yardımcı oyunculara oyun verirken zorlanıyorum bazen. En doğru anahtar cümlelerle Gibi’nin kapısından onları da içeri sokmaya çalışıyorum. Her bir kişi için tek tek bunu yapmak zorlayabiliyor bazen. 

6. “Gibi” ekibi nasıl oluştu? Birbirinizi nasıl buldunuz ve bir araya geldiniz?

Beni 2020’nin Temmuz ayı gibi yapımcımız Barış Ayaztaş aradı. Kendisiyle daha önceden dostluğumuz vardı. Komedi bi iş var ama sen öyle büyük düşünme, küçük ekip pat pat giricez çıkıcaz, Feyyaz ve Aziz yazıyor, 12 bölüm 25-30 dakikalık işler, dedi. Daha önce Feyyaz ile Megateknoforce işlerinde birlikte çalışmıştık zaten, birbirimizi biliyorduk. İlk başta yalnızca birkaç senaryo vardı. Senaryoları ilk okuduğumda içimden “hoş geldin” dediğimi hatırlıyorum. Sonrasında Feyyaz aradı. “Gardaşım, çok manyak bi iş yapıcaz var mısın?” dedi. Varım dememle birlikte hızlıca ön hazırlığa başladık. Aziz ile ilk tanışmam ise bana senaryoları anlatırken oldu. 🙂 Kıvanç’la bu projede tanıştık, kısa sürede arkadaş da olduk. Feyyaz’la birlikte daha önceden Okan Bayülgen’in programında skeçler çekmişlerdi birlikte. Kürşat’ı ise reklam castından tanıyorum. Daha öncesinde bildiğim ve çalışmak istediğim bir oyuncuydu. Bu projede çalışmak nasip oldu. 

7. Bir ekibin kendi içerisinde ahenk yakalaması ve bunu seyirciye hissettirebilmek çok zor ve aynı zamanda nadir rastlanan bir şey. “Gibi” bunu sağlamayı başardı ve kısa zamanda ciddi bir kitleye de bizce bu sayede ulaştı. Ekipten ve bu uyumdan biraz bahseder misiniz? Sizce ekip uyumu bir iş için ne kadar önemli?

Ortak aklın otokontrolünden çıkmış kolektif bir iş diyebilirim “Gibi” için. Filme hizmet etmesi kaydıyla her fikre açık ilerledik tüm süreçte. Ama komedi işindeki en büyük sıkıntı herkesin bambaşka komik algısı olması. Projeyi tasarlarken işin kabını doğru tahlil ettiğiniz sürece geriye kalan süreç o kabı taşırtmamakla geçiyor. Gibi’ye prodüksiyon olarak reklam prodüksiyonu gibi bakıyorum. Yardımcım Onur Uzun ve tüm reji ekibiyle senaryolarda gördüklerimizi iyice analiz edip film olarak işledikten sonra cast, mekân, kostüm gibi tüm kalemleri seçip dosyalayıp Feyyaz, Aziz ve Barış’a sunup neyi nasıl işleyeceğimizi anlatıyoruz. Filme hizmet edecek her şeye açık olduğumuz böyle bir süreçten geçiyor olmamızın Gibi’ye çok değer kattığını düşünüyorum. Genellikle çok sıkışık bir programda gidiyor çekimler. 3 günde bir bölüm çıkartıyoruz. Set gününü uzatmamak da işimin bir parçası ve komedi filmi çekerken bu çok rahatlıkla uzayabiliyor. Bu yüzden çekimlere girdiğimizde, daha totaliter ilerliyorum açıkçası. Sonrasında işin post prodüksiyon sürecinde de Feyyaz’la birlikte yapımcımız Barış ve online olarak Aziz dâhil oluyor. Bu süreçte bizi dizginleyen ve iş ahlakıyla sancağı tutan ise Feyyaz’ın eşi ve aynı zamanda Kurgu Yönetmenimiz Sedef İnanç oluyor. Editörümüz Fatih Üner’le birlikte bu deli işi projenin kurgu kısmında çok güzel iş çıkartıyorlar. 

8. Dizinin böyle bir sükse yakalayacağını öngörmüş müydünüz? Bunu neye borçlu olduğunu düşünüyorsunuz?

Filmlere ilk hazırlanmaya başladığımızda bambaşka bir şey yaptığımızın farkındaydım. İzleyici ne düşünür ne tepki verir diye çok kaygılanmadan uygulamaya çalıştık her şeyi. İlk bölümümüzü bitirince eşe dosta izletirken suratlarındaki ifadeyi izledim hep. İstediğim, insanların kahkahaları yerine Mona Lisa gülümsemesiyle kalmasıydı ve oldu da. Güzel bir ekibin, ortak aklın otokontrolünden çıkmış olmanın etkili olduğunu düşünüyorum sevilmesinde. 

9. Dizinin bütün detaylarında özellikle dikkat çeken nokta, zorlama hiçbir yanı yok gibi hissettirmesi… Zorlama bir komedi, zorlama bir oyunculuk ve zorlama bir akışı yok. Yönetmen olarak bunu yakalamak zor mu? Bir dizi ya da filmde bunu yakalamak için bilinenden farklı ya da benzer ne yapmak gerekir?

İzleyiciye, çok da bir şey ispat etmeye çalışmadığım bir arkadaşım gözüyle bakıyorum. Filmsel akışı sağlayacak planlar ve filmine göre tercih ettiğim biçimler dışında her şeyi küçültmek, küçüğü büyütmek olarak görüyorum ben bunu. Çekimler sırasında tüm setin havasını  da çekilen sahneye yaklaştırmaya çalışıyorum. Bir yerler yıkılacaksa önce ben deviriyorum  orayı, bunu yaptığınız zaman oyuncularınız ve tüm ekip artık o alanda bir şeyler yıkılabileceği gerçeğini görmüş oluyor. Çünkü komedi filmi çekmenin yersiz bir cıvıklığı var, biz bunu dışladık. Yani kamera önündekilere siz şu an komik değilsiniz, sizi izlediklerinde komik olacak diyorum çoğunlukla. Gereksiz hava, gereksiz ego, gereksiz artistlik gibi çoğu gereksiz şeyi atınca gerekli ya da gereksiz olduğu anlaşılmayan “şey”in kendisi kalıyor sadece. Bu şeyi doğru matematikle kayıt altına aldığınızda çalışmaması imkânsız gibi. 

10. Aslında bu noktada oyuncularla ilişkinizi de çok merak ediyoruz. Çünkü oyunculuklar o kadar yalın ki acaba kendileri gibi davranıp bunu kameraya mı çekiyorlar dedirtiyor. Sizin bir yönetmen olarak oyuncularla ilişkiniz nasıldır? Bu iş için taviz verdiğiniz veya normalden farklı davrandığınız oldu mu?

Feyyaz, Kıvanç ve Kürşat’la birlikte tüm prodüksiyon boyunca aynı karavandayız. Senaryoların üzerine eklediklerimiz biraz orada çıkıyor. Yani tam olarak şunu şöyle söyle gibi komutlar değil de o sahnenin yarıçapını büyüterek köpürtüyoruz ve nerelere varabileceğimizi üç aşağı beş yukarı görmüş oluyoruz. Feyyaz hem oyuncum, hem senaristim, hem yapımcım, hem de arkadaşım. Bu çok farklı bir ilişki dinamiği gerektiriyor. Bir yönetmen olarak kendi komedi algısı olan birini eğip bükmeye çalışmadan bunu en iyi şekilde filmselleştirmeye çalışıyorum. Ama sahneyi çekerken ayrıca çıkan emprovize şeyler ise kreması oluyor. Setimize gelen diğer yardımcı oyuncularımızla olan iletişimde ise ilk olarak Gibi’de ne yapmaya çalıştığımızı anlatıp, hâlini, tavrını ve tüm havasını “film çekiyoruz biz gerginliğini” almakla uğraşıyorum biraz. Geçmişteki başka edimlerinden, hallerinden örneklerle netleştirip, kendim oynayıp göstermeye çalışıyorum mizanseni. İşe yaramadığı noktalarda ise ses oyunlarından bir şeyler almaya çalışıyorum. Karakterlerin çoğunu kendi hayatımdaki gerçek kişilerle eşleştirip buranın üzerinden ilerliyorum. Aslında işin özünde “Çok önemli işler yapıyoruz biz!” havasını kırmakla olduğunu düşünüyorum.

11. Sizin gözünüzden yansıyan işlere sonradan dönüp bakmak çok da kolay olmasa gerek. Sizce, siz bu işte nasıl bir izleyici kitlesine sahipsiniz? Bir film ya da dizi yönetirken “Acaba ne düşünürler?” demek gerekir mi? Özellikle bu işte bu soruya cevap aramış mıydınız?

Bu, nasıl bir film çektiğinizle alakalı. Eğer ki seyirci kaygınız yok ise, kendiniz bir şey ispat etmeye çalışmıyorsanız yani filminiz seyirciden bağımsız bir filmse “Acaba ne düşünürler?” demenize gerek yok. Siz içinizden geldiği gibi bir şey yaparsınız ve izleyici size o değeri verir. Ama TV ya da sinema genel konjektürde iş yapıyorsanız izleyici ne der kaygınız olacaktır muhakkak. Ama bu kaygıyı izleyiciye aptal muamelesi yaparak gidermek mümkün değil. İzleyici bunu istiyor diyerek aynı işlerin tekrarını yapmakla da olamadığını gördük yıllarca. İzleyici zaten ne istediğini bilse emin olun ne yapar eder o işi kendisi yapar. Yıllarca halk bunu istiyor diye diye halkın içine on yıllardır karışmamış insanların hayalleri icra edildi. Bu sebepten dolayı “Türk Filmi” deyince Türklerden başka kimsenin aklında bir şey canlanmadığını düşünüyorum. Hayır, insanlar böyle bir film istemiyor efendim, siz ancak bunu yapabiliyorsunuz diyor ve susuyorum. 🙂

12. Biz bölümler arasında favori belirlemekte hayli zorlanıyoruz. Her bölüm bir önceki bölümün ivmesinin üstünde ve beklentiyi artırıyor. Peki sizin en keyif aldığınız bölüm hangisiydi?

İşi tasarlarken amaç birazcık da oydu zaten. Antolojik bir işte en güzel taraf, düz esnaf mantığıyla söylüyorum, “Dükkândan müşteriyi hiç çıkartmamış oluyorsunuz.” Sizi sizinle kıyas etmeleri paha biçilemez bir şey. Her bir bölüm bizim evladımız, ayırmak olmaz ama ilkinin yeri bir ayrı “Kokariç”.

13. İki sezon finali de bize bir çağı anlatıyor. Bunun özel bir sebebi var mı?

Aslında dizinin her bölümünde de başka zamanları resmediyoruz. Yılmazlar, İlkanlar, Ersoylar. Her zamanda her coğrafyada aynı hikâyeleri farklı araçlarla, farklı fonlarda görebiliriz. Bunun bir yansıması bu durum da. Bu durumla birlikte izleyicilerden de beklentimiz karakter ve konu devamlılığı beklememeleriydi aslında. 

14. Dizinin çoğu bölümü izleyiciyi merak anlamında pik noktasında cevapsız bırakıyor. Örneğin, İlkan’ın babası kim? Yılmaz, sokak röportajında ne söyledi? Bu soruların cevaplarını seyirci olarak öğrenebilecek miyiz?

Bu cevapsız sorular bizi biz yapan öğelerden. Hiç yazılmayan bir şeyi öğrenebilmeniz de imkânsız diyebilirim.

RÖPORTAJ: İLAYDA BUSE UYAR

Abone Ol

Yeni sayılarımızdan haberdar olmak için
ücretsiz abone olabilirsiniz.