NAVİTA ÇİYE?
(Adın ne?)
[Yaşar Kemal ile Erol Günaydın birlikte Ağrı’ya gidiyorlar. Hiçbir yerde yayınlanmayan bu hikâyeyi arşivinden çıkartarak bizimle paylaşan Sayın Tekin Deniz’e teşekkür ederiz.]
Muhtar Sabri Yaman’la birlikte bakkala gittik. Şeker, üzüm, elma aldık. Bunları çocuklara dağıtacaktım. O da kendine gaz aldı, ekmek aldı. Yolda bir köylü daha katıldı bize. Ben muhtarın atına binmiştim. İkisi önüm sıra yaya gidiyordu. Saatlerce dağlara tırmandık. Göz alabildiğine aklıkta gittik. Kara bir buluta bile rastlamadık. Bir masaldı, az gittik, uz gittik. Yıllarca gittik. Yıllarca gerilere gittik…
Köyün mezarlığını gördüm uzaktan. Yakınlaştıkça büyüyecek sandım, yakınlaştıkça küçüldü mezarlık. Mezarın bu kadar küçüğünü hiç görmedim. Kar iyice örtmüştü minicik mezarların üzerlerini. Taşlarının uçları kalmıştı açıkta. Araları iki karış ya var, ya yoktu. Elleriyle kazmışlar insanlar, bir avuç da toprak atmışlar. Toprağı görmedim, belki de bir avuç kar serpmişlerdi. Çocuk mezarlık sıfırda bir kilometre taşıydı.
Yukarı Biligan köyündeyiz. Bütün gördüğüm incecik donmuş bir dere, kırmızı damlı beyaz okuldu. Yer bir göğüstü. Soluyordu.
Muhtar evinde ağırlıyor beni. Çay üstüne çay tazeliyoruz. Köylüler birer birer sökün ediyorlar. -Hoş gelmişen, gözüm üstüne gelmişen diyorlar. Seviniyorlar, çocuklarının okuma yazma öğreneceklerine. Birden içimde bir kar topu yuvarlanıyor. Sevinçle güçle sıkılmış bir kar topu. Okula koşuyorum.
Kapıdan girer girmez, bir sürü çocuk hep birden ayağa kalkıyorlar. Gözlerini üzerime dikip duruyorlar öyle. -Oturun diyorum. Oturmuyorlar. -Oturun diye bağırıyorlar var güçleriyle. Yırtık pırtık birer biblo hepsi. Birer küçük can. Elbiseleri, renk renk yamalarla kaplı. Kiminin gömleğindeki yırtığından eti görünüyor. Dericikleri soğuktan sertleşmiş, çatlak çatlak. Ellerinde değnekleri, başlarında yünden başlıklar. Alınlarından sarkan peçelerinde boncuklar dizili. Bir göz olmuşlar, bana bakıyorlar. Hep ayaktalar. Elimle işaret ediyorum, oturuyorlar. Taşlarla yerden bir karış yükseltilmiş kalaslara oturuyorlar. Oturunca da gene hep bir ağızdan sağol diye var güçleriyle bağırıyorlar. Getirdiğim şekerleri, dağıtmağa başlıyorum herbirine. Sağol diyen şekeri alıp atıyor ağzına. Şeker diyorum. Şeker diye bağırıyorlar. Var güçleriyle ama. Çınlatıyorlar ortalığı.
İçlerinden birine -Adın ne? diye soruyorum. -Adın ne? diye var gücüyle bağırıyor. Yardımcı öğretmen İsmet Atabaş yanıma gelip, -Navita çiye dersen anlarlar diyor. -Navita çiye diyorum. Bu sefer, -Mustafa diye çınlıyor sınıf. Sonra da gerisi sormadan başlıyor adlarını söylemeğe. Bir gürültüdür kopuyor. Yukarı Biligan köyünün hiç alışık olmadığı bir gürültü. Arada bir -Öğretmen diyor biri. -Ne var diyorum. Bir şeycik diyecek sanıyorum, demiyor. Yalnızca -Öğretmen diyor. -Öğretmen demeği biliyor. Bundan hoşlanıyor, keyifleniyor. Tanışmamız bitiyor. Şekerlerini yiyorlar. -Nasıl? diye soruyorum. -Nasıl diye bağırıyorlar. -Tatlı diyorum. -Tatlı diyorlar. Sonra da ikisini bir çırpıda söylüyorlar. -Nasıl tatlı…
31 Kasım 1950
Küçük -Canlarıma sabah saat dokuzda gelmelerini söylemiştim. Ama onlar yine alaca karanlıkta okulun kapısına gelmişler, koltuklarında birer tezek bekleşiyorlardı. O günde, getirdikleri tezeğin sıcağında, kuşları, okulu, suyu, havayı, bir parçacık olsun okumayı, yazmayı öğreniyorlar. -Tatil diyorum. -Tatil diye bildikleri bir sözü tekrarlayıp, topracık evlerine koşuyorlar.
Akşam yakınlaşırken, muhtar koşarak -Birileri geldi diyor. Gerçekti söylediği. Birileri geliyor. Okulu incelemeğe geliyor. Temelinden çatlamış, sel yatağına kurulu okulu (1 Aralık 1960) günü kapıyor.
Muhtar evinin damına çıkarak okulun kapandığını, çökmek üzere olduğunu civarında bile dolaşmanın yasak olduğunu bildiriyor. Aynı günün sabahı, elinde süpürgesiyle okulun bir küçük -Canı da kapısında bekliyor. Sınıfını süpürmek için en erken gelmiş bekliyor. Sınıf süpürmek sırayla. O sabah sıra onun. Bekliyor. Okulun kapandığı söyleniyor. Anlıyor o küçük -Can, parçalara bölünüyor.
Her yerde okulun küçük -Canları. Yamaçlarda, damlarda, kapılarının önlerinde. Değneciklerine dayanmışlar, bir okula, bir bana bakıyorlar. İlk günü yedikleri şekerlerin tadı damaklarında kaldı. Bir daha kim verir onlara şeker. Bir bahardı onlar için okul. Sıcacıktılar. Şimdi bütün kışı yine iliklerinde duyuyorlar. Donmuş gibi duruyorlar.
Muhtara: -Okul olacak başka bir yer yok mu? Diye soruyorum. Muhtar: -Var, beim bir mağaram var. İçindeki hayvanları başka yere koyarım, sen de orda öğretirsin diyor.
Gidip mağarayı görüyoruz. Elverişli değil. Büyük, ısıtması güç. Başka çareler arıyoruz. Olmuyor. Kendi başımıza iş görmemiz yersiz. Ayrıca öğretim yapılıp, yapılamayacağı için -Milli eğitimin izni gerekiyor.
Gece, düşlerimde okul ağlıyor. Küfür ediyor. Kendi parasını yiyenlere, tahtalarını çalanlara, ömrünü kısaltan hırsızlara lanet okuyor. Kırmızı damlı beyaz okul, elişinden yapılmış okul: -Seller gelse beni götürse, durmak istemiyorum. Akmak istiyorum, çökmek, yıkılmak istiyorum diye bağırıyor.
(2Aralık 1960)
Gün iri bir çoban köpeğinin ağzından düşüyor. Düşüyor kımıldamıyor. Öylece kalıyor. Dışarlara bakıyorum, kimsecikler yok. Bir ara odamın kapısı açılıyor. İçeriye, dedesiyle birlikte bir küçük -Can giriyor. Dedesi beni uğurlamağa geldiğini söylüyor. Bir iki kitapçık sıkıştırıyorum kolunun altına. Seviniyor. Gülüyor.
Muhtar, bir iki de adamı küçük mezarlığa kadar geçiriyorlar bizi. Muhtara, -Hatıritte (Allahaısmarladık) diyorum.
Muhtar gülüyor, -Öğrendin ha diyor. -Öğrendim muhtar, ben öğrendim diyorum. -Navita çiye’yi hiç unutmayacağım diyorum.
-İsmetle birlikte nal izlerini kovalıyarak -Goran köyüne geliyoruz. -Goran muhtarı, -Şeyh Etem evinde alıkoyuyor bizi. Çay veriyor, kete, çiçekli peynir yediriyor. Bir de beyaz atını hazırlatıyor. Ortaklaşa binmeğe karar verip düşüyoruz yola.
Beyaz bir at masaldan gidiyor. Biz masaldan. Eli değnekli bir de küçük çoban katılıyor bize. -Mehmedi Mehmedi de masalın kel oğlanı. Bir de türkü tutturuyor.
-Gazelo yelli yelli
Delalo yelli can. (Canım ceylanım, yel gibi geçti) Birlikte söylüyoruz:
Gazelo yelli yelli
Delalo yelli can…
Arkamdaki tepelere dönüp bakıyorum. Her bir ak tepenin üstünde bir küçük -Can bana el sallıyor. Haykırarak söylüyorum onlara, onları unutmayacağımı, tekrar döneceğimi, ben dönmesem bile bir başkasının döneceğini, onlara ışık getireceğini. Dağlarına yolların gideciğini, dağlarını tünellerin deleceğini… Duyuyorlar Yukarı Biliganın küçük -Canları beni. Sonra gülümsiyerek bulutlara biniyorlar. Ellerindeki değneklerle, bulutların kıçlarına, kıçlarına vurup kayboluyorlar.