AYLAK DERGİ

EVİMİZ DÜKKÂNIMIZ, VİTRİNİMİZ BULUNMAZ

Yazmak, hastalıklarımdan biri. Çok değişik hastalıklarım var, herkes gibi. Yamak öbürlerinin yanında, doktor, ilaç gerektirmeyeni.

Askerde günlük tuttuğumu fark eden bir komutan; 

  • Niye yazıyorsun sen bunları? N’olucak yani?

diye merakla incelemişti, bir asker cep defterine yazdığım piyade er günlüğümü. Askerde yazmak, askerlikle hesaplaşmak, askerlikten hıncını almak gibi bir şeydi. Yazmanın böyle bir ödeşme durumu var. Ben de sizi, bir bir, aynen yazıyorum arkadaş, benden günah gitti, siz yazılmayı hak ettiniz sayın başçavuşum!

            En gıcık olduğum taksi sürücüsünü yazıp hıncımı alırken, yazar olmak, olaya onun penceresinden de bakmayı zorladığından, daha insancıl bir boyuta ulaşıyor. Gıcık olduğum sürücü öyküsü bittiğinde, o gıcık herif, sizin sevimli öykü kahramanlarınızdan biri oluyor. Yazmanın böyle bir barışma konumu da var.

            Özünde bir ifrazat işte yazmak. Yazınca, safrayı atıp kurtuluyorsun. Ama,  bünyen safra yapar bir bünye olduğu için, deli gibi yazmayı sürdürüyorsun.

            Falan yazar, nasıl bir insandır acaba? Filan yazar nasıl bir tip? Nasıl ve hangi koşullarda yazar? Yazarlar hakkında bu bilgilere eserlerini okuyarak ulaşamazsınız. Zaten hiçbirini birbirine benzemez.

            Örneğin tiyatro yazarı İsmet Küntay, her koşulda yazabilen biriydi.

  • Yazıyorum mesela, çat kapı, misafir! Buyrun kardeşim! Kurarım rakı sofrasını, atarım daktiloyu masaya, hem onlarla rakı içer, muhabbet eder, hem de bir yandan yazarım.

Dediğinde çok şaşırmıştım. O koşullarda nasıl yazılabilir diye düşünmüştüm.

            Victor Hugo ayakta yazıyormuş. Banyo küvetinde yazan yazarlar var. Kimileri için, odasında masa başında muhteşem bir yolculuktur yazmak. Nerelerden nerelere gidersiniz o masanın başında, hiç kimseye çaktırmadan. 

 “bugün hiçbir şey yazasım yoktu, bütün gün gitar çaldım!” diye yazmış günlüğünün bir yerine Bertolt Brecht. Kimi gün bu ve beşbenzemezi bunalımlara girerek sekteye uğrar yazma işi.

            Yazar sabah kalkıp işe gitmez, evin yazma bölümüne yerleşir. Yazar karıları buna çok bozulurlar: 

  • Bütün gün evde bu herif!

N’apabiliriz? Dükkânımız evimiz. Yazarlık eğer işimiz ise, her gün belirli bir süreyi ona ayırmak zorundayız. Nasıl marangoz sabahleyin dükkanını açıyor, başlıyor çalışmaya, yazar da aynen oturmak zorunda mesaisinin başına.

  • Günde yirmi sayfa yazıyorum.

Dedi bir gün, ustam Haldun Taner. Afalladım. Nasıl yani?

  • Ben sabah altıda, atarım daktiloyu balkona, öğleye doğru yirmi sayfayı bulurum.
  • Ne yazıyorsunuz?  Aklınıza bir şey gelmediği olmuyor mu?
  • Olmaz olur mu? Öyle bakakalıyorsun Marmara denizine.
  • O zaman ne yazıyorsunuz hocam?
  • Çevrede gördüklerimi. Alacakaranlıkta iki martı sezilir, onları yazarım. Uzaktan bir taka geçer, kıyıda bir deniz kırlangıcı bir böceği paralar, bir minibüs ilkokul çocuklarını toparlamaya gelir, martılar kayalıklara üşüşür, bütün bunları yazarım. İlle bir eser yazmak iddiasıyla değil, günlük yirmi sayfayı kullanmak zorunda da değilsin, yırtıp atabilirsin, belki içinden bir yerlerini kullanabilirsin.

Demişti gülümseyerek. Yırtıp atabilirsin, dediği o yirmi sayfalardan, Haldun Taner’in unutulmaz “Yalıda Sabah” öyküsü çıktı. 

(BİLGİ YAYINEVİ/FERHAN ŞENSOY/EŞEĞİN FİKRİ/2005)

ÇİZİM: BURCU DURDU

Abone Ol

Yeni sayılarımızdan haberdar olmak için
ücretsiz abone olabilirsiniz.