İSTANBUL HATIRASI
[Hayal kurmak hâlâ serbest]
Kendime…
Hastalık hâlâ devam ediyor ama karantina olayları bitti. İnsanlar işlerine gitmeye, AVM’leri gezmeye başladı. Dışarıda herkesin maskesi var. Var da kimisi koluna, kimisi çenesine takmış. Sosyal mesafe, tatlı bir anı olarak kalmış. Biz de annemle evdeyiz, vaka sayısı bitene kadar çıkmayacakmışız. Evde iş olsun için, sürekli temizlik yapıyoruz. Evet, temiz evi tekrar temizliyoruz. Bir markete gidebiliyorum bir de arada gördüğünüz gibi balkona çıkıp insanları izleyebiliyorum. Annem bunlara bile izin vermiyor. Hatta az önce siz yokken, içeriden “Balkonda çok durma içeri gir, virüs olucan!” diye bağırdı. Karşılık olarak, bunalmışlığın bana verdiği yetkiyi sonuna kadar kullanıp “Yahu anne, Avcılar’da yaşıyoruz. Bazen ben bile yolu kaybediyorum, virüs nasıl bulsun?” diye geveledim. Bu ufak atışma bana temiz perdeyi tekrar yıkamak olarak geri dönecek, biliyorum.
Bütün mahallenin çocukları toplanmış top oynuyor. Ömer de ikidir bilerek topu balkona doğru atıp beni vurmaya çalışıyor. En sonunda dayanamayıp “Lan Ömer! Gelirsem kötü olur ha!” diye kükredim. Şimdi ki çocuklar müthiş, “Gelsene Süpermencik” diye rahat bir tavırla kışkırtı beni. Bir iki böyle sürtüştük, en sonunda benim sinir katsayım kerrat cetvelini ezberdi, bilinçsizce atladım balkondan. Atlamamla yere çakılmam bir oldu. Ben acı çekerken Ömerler kahkahaya boğulmuştu. O sırada bir kız koşarak yanıma geldi ve yaralarıma falan bakmaya başladı. Kız da palyaço gibiydi, zaten bizim mahalleden doğru düzgün bir insan geçmez ki. Kızın ellerinden kurtardım kollarımı “Tamam ablacım ya, bir şey yok. Balkondan atlarken terliğim mermere takıldı, dengem şaştı işte.” diye saçma sapan bir açıklama yapınca kız şaşırıp bir bana, bir balkona bakmaya başladı. Birinci kattan düşmüştüm. Daha önce çok atladım, yani annemin uçan terliklerinden falan kaçarken. Terliğimin eşi de balkonda kaldı. Şimdi eve nasıl gireceğimi düşünüyorum. Kapıyı çalsam, dışarıda ne işin var diye yiyeceğim dayağı. En iyisi dışarıda kalmak, yani bir süreliğine. Kızın şaşkın ifadeleri hala üzerimdeydi. İlginin bana verdiği şımarıklıkla “Süpermen’e bir şey olduğu nerede görülmüş?” diyerek elimi uzattım, “Palyaço musun?” diye de ekledim. Tanışmamız muazzam ilerliyordu. Kızın şaşkın suratı, yoğurt suyuyla turşu suyunu aynı anda içmiş gibi hale geldi. Elim bir süre havada kaldı, yüzü de halden hale girince “Korkma ya, ellerimi yeni dezenfekte ettim. Valla bak tertemiz.” diyerek hafif kanlı ellerimi gösterdiğimi fark ettim. “Yani yere düşmeden önce temizdi.” dedim ve ellerimi tişörtümde sildim. “Sen gerçekten Süpermen misin?” gibi tatlı bir soru sordu. “Yani, naçizane, eh, gibi gibi…” geveliyordum “Tam değil yani, ben uçamıyorum, gördüğün gibi yere çakılıyorum. Onun dışında her türlü kahramanlık yapılır.” dedim. “İkimiz de masal dünyasından geldik desene, ben de Külkedisi.” diyerek elimi sıktı, çok masumdu ve tatlı. Devam etti konuşmaya “Süpermen, buralarda altı beyaz atlı araba gördün mü?” şırakkadak gülmeye başladım, kurduğu cümle bana tekerleme gibi geldi. O sorusunu bu kez “Altı beyaz atlı araba?” diye devrik bir şekilde yineledi. Anladım ki ciddi, atlı beyaz altı arıyordu. Şey işte: Beyaz altı at arabası… Tabii ki de öyle bir şey görmedim, duymadım. Ama bir Süpermen olarak zora, dara düşmüş birisine yardım etmek zorundaydım. Ve tuhaf olan palyaço sandığım kız gerçek Külkedisi idi. Gökten şeker dökülse, kafama taş düşer inanın. Koskoca İstanbul’un en feza semti Avcılar’da bir masal kahramanı. Ulan bizimkiler başka gezegenlerde yaşam arıyor, senin on numara masal dünyan var, çık dünyaya gel. Affedersin ama adama sorarlar “Bok mu vardı?” diye. Neyse durumu hazmettik, mahallenin çocuklarıyla başladık aramaya. Sanki bir şey kaybetmişçesine harıl harıl arıyoruz. O sırada yoldan biri uzun diğeri kısa boylu iki kişi geçiyordu, Külkedisi onlara “Saat kaç?” diye sordu. Uzun olan “Gelecek hanımefendi, merak etmeyin. Ama önce öykü kitabım çıkacak.” gibi şeyler zırvaladı. “Saat on iki, Külkedisi.” dedim, bir an duraksadı ve oturdu kaldırım köşesine, gözleri doldu. Bu durumlarda ne yapılıyor hiç bilmiyorum, “Bulacağız, merak etme.” diye eveledim bir şeyler. Külkedisi ümidini yitirmiş tavırla “Artık çok geç Süpermen, sürem çoktan dolmuş bile.” dedi. O masal gerçek miydi? Gerçekse, Avcılar’da geçmesi çok şaşılası bir durum.
Ve… İşte beklenen an, beklenen o ses. “Hidayeeeeet!”. Annem. Balkondan bağırışına kurban olduğum. Kükremelerine öldüğüm. “Efendim anneciğim” diyerek esas duruşa geçtim. “Ne yapıyorsun dışarda? Çabuk eve gel!” dedi. Artık kaçış olsa bile kurtuluş yoktu. Kaçış yolunu da şöyle buldum, Külkedisini de eve götürecektim ve götürdüm. Annem bana önce tuhaf baktı. Durumu anneme hulasa anlattım. Pek inanmadı hatta hiç inanmadı, birden tebessüm etti, “Kız açtır. Yemek hazırlıyorum, git ekmek al.” diyerek beni de markete gönderdi. Koşar adım markete giderken bir iki komşu abla beni göstererek bir şeyler konuşuyordu, umursamadım. Markete girdim, aldım ekmekleri, birer de çikolata aldım. Veresiye defterini uzattım Erdal abiye “Ooo, Hidayet hayırlı olsun, düğün ne zaman?” dedi. “Ne düğünü abi?” dedim ama sorumun cevabı kafamın içinde aniden parladı. “Abi yok öyle bir şey ya, valla bak. Daha yeni tanıştık hatta.” diye gevelemeye devam ederken Erdal abi kesti sözümü “Olur olum, daha önünüzde yıllar var, tanırsınız birbirinizi.” deyince cevap vermeden koşarak eve gittim. Ana! Yani bir şaşırma ifadesi olarak, ana. Siz de görseniz benim gördüğümü aynı tepkiyi verirdiniz. Prenses gibi giyinmiş kızın başına tülbent, eline bez veren annem Külkedisine temizlik yaptırıyor. “Anne, ne yapıyorsunuz?” diye titrek bir cümle çıktı ağzımdan. Annem rahat bir tavırla “Gelinimi test ediyorum.” dedi. Biraz açılmış olacağım ki “Ya ne gelini, ne testi anne? Gelinin testi mi olur? Allah aşkına. O insan değil ki, prenses o” dedim. Annem “Vay, elin kızı prenses, annen bed öyle mi? Sana hakkımı haram ederim.” diyerek cümlemi çok farklı bir yere çekti. Artık çaresizce sustum. O sırada Külkedisi halimi anlamış olacak ki “Üzülme Süpermen, ben alışığım.” dedi. Külkedisi’nin bu sözleri en çok annemi sevindirdi. Külkedisi’ne yardım etmeli ve o altı atı bulmalıydım. Dışarıya çıkıp Ömer ve çetesini topladım. Bir siyasetçi gibi konuşmaya başladım ama yalansız “Çocuklar, o beyaz atları bulacağız, altı tane. Fazla da olur ama en az altı şart. Bir de beyaz olsun, gri de olabilir şehrin kirinden renk değiştirdi falan deriz. Bulursak hepinize isteğiniz kadar cips, çikolata alacağım.” Artık bir orduya hitap ediyordum “Anlaşıldı mı?” diye kükredim. “Anlaşıldı!” diye karşılık verdi çocuklar. Ve arama çalışmaları tüm hızıyla başladı.
Bir, iki, üç, dört gün… Ne bizim evin temizlik adı altında işkencesi bitiyordu ne de biz o işkenceden Külkedisi’ni kurtarabiliyorduk. Dört gündür altı atı bulamamıştık. Bir komutan olarak, dışarıya çıktım. Askerlerimi toplayıp genel durum sorgulaması yaptım. Ömer, şaşırtıcı bir saygıyla “Abi bula bula altı tane ölmüş fare bulduk, beyaz renkli. Yengeye soralım mı? At mı, fare mi diye?” dedi, sormak lazımdı evet, ama yenge falan yok ortada onu anlatamıyorum kimseye. Bir koşu Külkedisi’ni çağırdım, farelerin yanına götürdük. Külkedisi teşhisi koydu. Aradığımız kan bulundu. Külkedisi ağlamaya başladı. “Biliyordum, biliyordum işte, şimdi ne yapacağım?” diye ağlamasını harlıyordu. Çok saçma bir halim vardı “Üzülme!” deyip elimi omzuna attım. Külkedisi “Artık gitmeliyim Süpermen, bir şekilde bulup yolumu gitmeliyim.” dedi. Koskoca Külkedisi kalkmış Avcılar’a gelmiş, gezdirmeden hayatta bırakmam düşüncesiyle başladım İstanbul’u gezdirmeye. Kız Kulesi, camiler derken sohbet ede ede ilerledik. Bir ara bana “Bir yer bulalım, dünyadan uzak, oralara gidelim.” falan dedi. Ah Külkedisi, gözün çok yükseklerde, düşük bütçeli hayal kurarsan varım, ben büyük hayallere gelemem. Gezerken bir an fark ettim ki Külkedisi’nin bir ayağında terlik, diğerinde topuklu vardı, güldüm. O da benim ayağımdaki terliklere bakarak güldü. Halimiz komikti. İstanbul Hatırası fotoğrafı çeken genç bir kıza denk geldik ve fotoğraf çekildik. Gezmeye devam ederken Galata Kulesi’ne geldik. Çok sıra vardı, yukarıya çıkmadık. Külkedisi’ne “Valla Külkedisi, öyle gözünü kapat deyip yukarıya ışınlayacaksan hiç kusura bakma, en son Gezegen tamircisi öyle çıkardı yukarıya, o uçtu gitti, ben de tek başıma buradan Avcılar’a kadar yürüdüm. Bir daha buraya çıkmaya tövbe ettim. Şimdi sen de uçup gider, beni yalnız bırakırsın.” deyince, çıkmamaya ikna oldu. Masalın sonuna gelmiş gibi, aniden “Artık gitmeliyim, annem bir şekilde beni bulur ve yardım eder. Her şey için teşekkür ederim.” dedi ve farklı bir yöne doğru gitmeye başladı. Ne yapayım? Avcılar yolu bizi bekler. Bir tefrika öykünün sadece çiftli sayılarını beğenmek, tekli sayılarını sevmemek gibi bir durum içinde yürümeye başladım. Sizi de buraya kadar yordum, e bari Avcılar’a kadar gelin de yolda canım sıkılmasın.
Şu çekildiğimiz fotoğrafa bakar mısınız? Çok tatlı değil mi ya?
O değil de çikolatalar cebimde kaldı, bari birini size vereyim, ağzınız tatlansın.
Siz fotoğrafa bakıp, çikolatayı gömerken ben eve geldim bile. Annem kapıyı açtı, elinde Külkedisi’nin topuklu ayakkabısını bana doğru tutuyor. Hay kibritini ben tutayım. Koskoca İstanbul’a ellerimle bıraktığım Külkedisi’ni aramaya hiç niyetim yoktu. “Başka kısmet bakarız, anne.” dedim. Külkedisi’ne aynı camı kaç kez sildirdiyse artık, annem “İyi cam siliyordu.” dedi. Külkedisi eminim bir şekilde evine gitmiştir, ben karantina hayatına temizlik yapmadan devam ediyorum. Çocuklara da cips falan almadım tabii ki çünkü atları bulamadılar. Son olarak bu şarkı sizin için. Sağlıkla kalın!
ALPASLAN AYAZ
ONUR I2I : ALP I2I
#TEFRİKAMAÇI
ÇİZİM: MELİKE GÜLER
#pinhani #dünyadanuzak