MÜŞFİK KENTER
Müşfik Hoca’nın ne muhteşem bir oyuncu ve hoca olduğundan bahsetmeye kalkmayacağım, zira bunu bilmeyen biri olduğuna ihtimal vermiyorum. Onun öğrencisi olmaktan hep gurur duyduk, biz çok şanslı bir nesildik. İki sihirli anahtarı vardı kendi ufkumuza doğru yolculuğumuzda bize rehberlik ederken; ilki “Önce insan” idi. “Önce insan olun, sahnede gerçek insanı bulun, sonra karakterlere bürünmeyi öğrenirsiniz. Yapmacık garabetler gibi dolaşmayın sahnede.” derdi. İkincisi de “Ölçü!” idi. “Abartmadan oynayın ama abartmayacağız derken odun gibi de durmayın. Ağlayacaksınız ağlayın, gülecekseniz gülün ama ölçüyü tutturun. Durumun gerektirdiği duyguyu kontrollü bir şekilde bize sunun. Gerçekten hissedin ama profesyonelce sunun.” diye tekrarlardı bıkıp usanmadan.
Gencecik yaşınızda bu kadar muazzam iki anahtarın bir anda elinize verilmesinin değerini çok kolay idrak edemeyebiliyorsunuz. Onu sıkça kızdırırdık. Asker disiplinine sahipti. Sabahın yedisine prova koyardı, beş dakika geç kalanı topa tutardı. Mesleki disiplinin ne olduğunu, tiyatro aşkının gücünü, bir karakter yaratmanın sancılı hazzını ondan öğrendik.
İçkiyi, sigarayı gençliğinde bırakmıştı. Elma yerdi derslerde. Bıçağıyla kabuğunu soyar, özenle dilimler, biz karşısında ezber hatırlamaya çalışırken bıyık altından gülerek elma dilimini ısırırdı. Hiçbir sahteliğe kanmaz, samimiyetin kokusunu yüz metreden alırdı.
Sahnede devleşirdi. Bir Garip Orhan Veli’yi belki on kere izledim. Ders gibiydi. Nazımda yakalanabilecek doğallığın zirvesinde ama asla sıradanlığa düşmeden. Hele sahne kararıp “İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı” dizesi duyulunca yüreğiniz titrerdi.
Seyirci bütün şiiri gözleri kapalı dinlerdi.
Mezun olduktan bir süre sonra sınıf arkadaşım Savaş Özdural ile Ak’la Kara’yı kurduk. Bazı reklam seslendirmelerinde hocayı istediklerinde onu Emirgan’daki evinden arabayla alır, Suadiye’deki stüdyoya getirir, kaydı aldıktan sonra tekrar evine götürürdüm. “Kaç para alacağız şimdi bu işten?” diye sorardı. “Siz ne kadar istiyorsanız hocam” derdim. Müşteri de tabii ki o ne isterse verirdi.
2012’nin bahar aylarından birinde yine bir reklam filmi işi çıktı. Aradım, “Efendim Kerem?” diye açtı telefonu ama sesi keyifsizdi. İşi söyledim, “Kaç para verecekler?” dedi yine. Ben de her zamanki cevabımı verdim. “Gelmem o paraya” dedi. Yani kıpırdayacak halim yok diyordu. Kısa bir süre sonra da o muhteşem adamı kaybettik.
Cenaze töreninden önce Kenter Tiyatrosu’nda anma töreni vardı. Salon hınca hınç doluydu. Bir koltuğa iliştim, sahneye çıkıp konuşma yapanları dinledim, derken tıpkı oyundaki gibi sahne karardı ve hocanın sesi duyuldu; “İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı…”
Ben hayatımda öyle ağladığımı hiç hatırlamıyorum. Hem insanlar şov yapıyor sanmasın diye hem de daha fazlasına dayanamayacağım için hemen salonu terk ettim. Ağlaya ağlaya Teşvikiye Camisi’ne yürürken son öğrencisi ölene kadar onun hep yaşayacağını düşündüm. Dedim ya, biz çok şanslı bir nesildik.
Müşfik Kenter’in çok değerli anısına saygıyla,
Kerem Kobanbay