‘‘SALINCAKTA İKİ KİŞİ’’
“Leyla: İnanç yerini yoğunlaşan bir şüpheye bırakıyor. Anlamsızlığa, karmaşaya… Yuvarlanıp gidiyoruz… Kimimiz aç, kimimiz tok… Çoğumuz aç! Ben tokum burama kadar… Neden? Heeeey, Allah baba, verebilir misin bunun cevabını bana…”
Sağ Perde: Hiç ara vermeden oynadılar oyunu. Aşırı kalabalık bir gündü. Üstelik hafta içi. Ne dersin iyileşir mi Müşfik Bey?
Sol Perde: Bilmem. Ne diyor Yıldız Hoca?
Sağ Perde: O benim kardeşim değildi. O benim oğlumdu diyor.
Kapatın ışıkları. Kimse kaldı mı? Topladınız mı çöpleri?
Kapanış.
“Aklımın dur dediği yerlerde duramadım, yasaklar davet gibi çağırdı olmazlara…”
Kimim ben? Taş kavuğunun mazeretli olduğu günlerin birinde Tanrı ben kulunu Ahmet Naci Bey’in de yardımı ile Olga Hanım’ın karnına itti. Ne münasebet? Olga Cynthia, daha önce de evlilik yapmış çocuklu bir kadın. Üstelik İngiliz. Babam Rönesans prensi gibi yetiştirilmiş bir adam. Ailesi varlıklı ve aristokrat. Dedesi Bağdat kadısı, babası Galip Bey, Ayan azası. Çamlıca’da bembeyaz saçaklı, işlemeli tavanlı muhteşem bir köşkte yaşıyor ve ailesi bu genç adamı iyi bir tahsil alsın diye İskoçya’ya Glasgow’a yolluyor. Lozan’da İsmet İnönü’nün kalem müdürlüğünü yapmış bir diplomat. Fakat annem, gâvur bir kadın olduğu gerekçesi ile görevinden alınıyor.
Kimim ben? Yarısı insan yarısı, yarısı yılan yavrusu? Sevdiği adam uğruna kara çarşafa bile giren Londralı Olga’nın, kabul görülmek için Müslüman olan Bandırmalı Nadide’nin kızı.
Kimim ben? Nihat Akça’nın karısı. Şükran Güngör’ün hayat arkadaşı. Leyla’nın annesi. Sahnede bir yıldız tozu. Süpür beni eteklerim. Dağıt beni alkışların içine. Alkışla kopsun kıyamet ve benim küçük kıyametim öldüğüm gün değil, sahneden indiğim gün olsun. Doğursun beni yeniden Anna Karenina. Doğursun da konuşsun içimde Tolstoy ve döneyim yüzümü yüzlerinize, ışık tepemde, seçemezken gözlerinizi bir an dursun an çeperimde. Çeperimde dönsün nefesim ve replik… “Sizin hiçbir sözünüzü, hiçbir hareketinizi hiçbir zaman unutmayacağım, unutamam.”
Çine’yi severdim ben. Çine. Şükrü Bey’in doğduğu yer. Sanki hiçbir yere ait değilmiş gibi gelirdi bana bu isim. Adı başka yere açılan bir kapı gibi. Çocuklar gibi sevinirdi biz geldiğimizde; Çine’nin sakinleri. Herkes en güzel yemekleri yedirme telaşına girerdi. Şükrü de buraya gelince çocuk gibi mutlu olurdu. İzlerdim saadetini onu izlediğim ilk oyunu gibi. Sahnede başka perdenin ardında bambaşka oluşuna hayrandım önce.
Salıncakta iki kişiydik biz. Müşfik duyuyor musun?
“Benim oyunculuk yapmak diye bir düşüncem hiçbir zaman olmadı. Yıldız’ın vardı mesela. O, halkevinde oynuyordu. Bütün amacı oydu. Ama ben, oyuncu olmayı aklımın köşesinden bile geçirmedim doğrusu. Bir gün ağabeyim ‘‘Sen de girsene konservatuvara. Herkes giriyor.’’ dedi. O şimdi doktor ve Amerika’da yaşıyor. ‘‘Ya boşver.’’ dedim. Yıldız da ‘‘Haydi, git bir bak.’’ dedi. Gittim baktım, sınavlara bir hafta varmış. Çalıştık, girdik. Gir dediler, girdim. O zamanlar Agâh Hun vardı. Bizim Ankara’da, Cebeci’de oturduğumuz apartmanda oturuyordu. Devlet tiyatrosundaydı ve beni çocuk tiyatrosuna almıştı fakat ben oyunculuğu ciddi olarak düşünmemiştim. Aslında, ben çocukken bir şey olacağım diye hiç düşünmedim. Hani çocuklara sorarlar ya, büyüyünce ne olacaksın diye? Doktor, pilot, mühendis olacağım derler. Bu durum bende hiç olmadı. Şu anda Amerika’da doktor olan ağabeyim, bir gün bana, ‘‘Herkes konservatuar sınavlarına giriyor, sen de girsene’’ dedi. ‘‘Git bakalım sınav ne zamanmış’’ deyince gittim baktım sınava bir hafta kalmış. O sıralar, lise bire devam ediyordum. Gittim bir kitap buldum, bir hafta çalıştım. Sınava girdim ve kazandım. O zamanlar yeni nesil bilmez, iyi hal kâğıdı isterlerdi okuldan. Ben Ankara’da Atatürk Lisesinde okudum. Her perşembe günü disiplin kuruluna çıkardım. Aslında ben bir şey yapmazdım sadece her şeye gülerdim. Sınıfta başka arkadaşlar yaramazlık yaparlardı, ben de gülerdim. Tabii öğretmen de beni hep gülerken yakalardı. Dolayısıyla hep disiplin kuruluna ben giderdim. Sonra rahmetli fonetik hocamız Nurettin Selim Bey vardı. Müthiş bir insandı. Hala benim için çok önemlidir ve özel bir yeri vardır. Ben nasıl çalışılması gerektiğini ondan öğrendim. Sınav sonrasında Nurettin Hocam bana, ‘‘Sınav kâğıdınız iyiydi ama sürekli disiplin kuruluna çıkmanız nedeniyle sizi almayacaklardı ben kefil oldum size.’’ dedi. Yani anlayacağınız bugün tiyatro oyuncusu olmamı Nurettin Selim Hocam’ın bana kefil olmasına borçluyum. Ama konservatuvara girdikten sonra gerçekten çok çalıştım. Sonradan dedim ki ben tiyatroyu, oyunculuğu için için istiyormuşum demek ki. O dönemlerde çok çalışan herkes bugün bir yerlere geldi. Biz çok şanslıydık çünkü Ankara’da çok güzel bir konservatuar binamız vardı. Bugün Mamak Belediyesi olarak kullanılan bu bina, çelik kapı ve pencerelerle ses yalıtımı çok iyi sağlanmış bir yapıydı. Ne kadar müzik çalışılırsa çalışılsın, bağırılırsa bağırılsın dışarıdan ses duyulmazdı. Sabah saat 3’te kapılar açılır. Bu nedenle 3’ten önce kalkar kuyruğa girerdik. Kapılar açılınca bir koşu kendimize bir oda kapar sabah 7.30’a kadar aralıksız çalışırdık. O dönemde sabah kalkıp oda tutmak için koşanların hepsi bugün bir yerlere geldiler.
E öyle değil mi? İnsan çocukluğundan başlamaz mı oyunculuğa? İstediği bir şeyi aldıracağı zaman yalandan ağlamaz mı? Veyahut yaşlandığımızda… İyi değilken iyi gibi çok iyiyken de hastaymışız gibi yapmaz mıyız çoğu zaman? İnsanlar oyuncu doğarlar, oyuncu ölürler. Senin benim gibiler de bu yeteneğinin farkına varır gün yüzüne çıkartmak ister ve bir meslek haline büründürürler. Ben sadece beni görsünler istiyordum. Bir de evimizde yarış vardı; beş kardeştik… Aslında altı ama en büyük ağabeyimiz on beş yaşındayken ben yeni doğduğum sırada Türkiye’yi terk etmiş. Güner şarkı söylerdi mesela ve herkes onu alkışlardı. Ben de fark edilmek istiyordum, zaten bu duygu herkeste vardır. Bazen rezil eder insanı, bazen de vezir. Galiba bunun bir zaaf olduğunu anladıktan sonra güce nasıl dönüştürebilirim diye düşünmek gerekiyor. Bakılma, izlenme zaafımı güce dönüştürmek için çok çalıştım, işimi çok ciddiye aldım. Bu bana kimi zaman acı da verdi. Yine de neden oyuncu olduğumu doğrusu bilmiyorum. Beni hep metin sürükler. Metindeki sözcüklerin bir araya gelmesi, bunun yarattığı müzik, o sözcüklerin anlamı, dürtüsü belli bir hareket grafiği, bir koreografi oluşturur. Farklı bir oyunculuk tekniği geliştirdiğimin doğrusu farkında değilim. Tek bir sazım var benim, onu çalıp duruyorum. Hep aynı şeyi söylerim; ben kendimi oynuyorum aslında sahne üzerinde. “Nasıl olur, kimi rollerde tanınmaz hale geliyorsunuz.” diyorlar. Benim içimde tanınmaz kişilikler de var, her insanda olduğu gibi. Rolü yem diye yutuyorum herhalde, o da gidip içimden olta gibi o kişiliği çıkartıyor. Yoksa sazımı kâh keman, kâh obua ya da flüte dönüştüremem, neyse odur, her sesi onunla çıkartmaya çalışıyorum.
“Bir maratoncuya sormuşlar, koşarken ne hissediyorsun diye ‘‘Kendimi çok yalnız hissediyorum’’ demiş. Tek kişilik oyun çalışanları da aynı şekilde kendilerini çok yalnız hisseder. Örnek olarak, ben tek kişilik oyunları çıkarmaya çalışırken ancak iş bitiminde gece 12’den sonra tiyatroya giderek sabaha kadar süren bir çalışma ile bunu yapıyorum. Sabah saat 6’ya kadar orada çalıştıktan sonra derse gidiyorum. Bir de niçin tek kişilik oyunlar oynuyorsunuz, diyorlar. Ama ben yüzlerce çok kişilik oyun oynadım fakat nasılsa, sanki hep tek kişilik oyun oynamışım gibi bir şey çıkıyor ortaya. ‘Hayır’ diyorum ben daha çok ‘çok kişilik’ oyunlar oynuyorum. Tek kişilik oyunların özel tiyatrolara birçok faydası oluyor. Bir kere turneye çıktığınızda otel masrafı daha azalıyor, personele ödenecek ücret daha düşük oluyor. Bazı şeyler de ekonomik açıdan diğer oyunlara nazaran daha tasarruflu. Ayrıca organizatörler de tek kişilik oyunlardan memnun oluyorlar. Tabii ki oyunların çok tutulması şartıyla. Oyun biraz ağır oldu mu, pek rağbet görmüyor ve organizatörler de pek memnun kalmıyor. Mesela, Van Gogh ‘Savunma’, ‘Bir Garip Orhan Veli’ ve ‘Huysuz İhtiyar’ kadar rağbet görmedi. Fakat oyunları tek kişilik, çok kişilik diye ayırmak bence çok yanlış. Ben bütün oyunlarımı çok severek oynadım. Zaten sevmeden hiç bir şey yapılmaz. Biz, ‘canımızı dişimize takarak’ oynarız. Başka türlü olmaz.
Ben Müşfik Kenter. Muhsin Ertuğrul’un çağrısı üzerine 1959 yılında Ankara Devlet Tiyatrosundan ayrılarak İstanbul’a geldik. İlk oyunumuz ‘‘Salıncakta İki Kişi’’ idi. Büyük bir gürültü uyandırmıştı bu oyun. Yıldız’la çalışıyorum, gülüyorum. “Gülme” diyor Yıldız bana. Hala gülerim. Oyunculuk bana hala çok tuhaf gelir, komiğime gider. Çok çalışır ederim ama çok fazla da ciddiye almam. Çok fazla ciddiye alınca başka türlü oyuncular çıkıyor ortaya. Sonradan onu keşfettim ben. Hiçbir zaman çok ciddiye almadım ama gerçekten çok çalıştım. Yine de her zaman dalgasını geçerdim. Belki de o yüzden fazla kasıntı bir şey olmadım.
50’li yıllarda, Shakespeare’in doğduğu şehir olan Stanford’da her yıl geleneksel olarak yapılan Shakespeare Tiyatro Festivali’ne davetli olarak gitmiştim. Yaz mevsimiydi ve hava çok güzeldi. Neyse, oyundan çıktım. Baktım dışarıda upuzun bir kuyruk. İnsanlar ellerinde şezlonglar, termoslar filan kuyrukta bekliyorlar. Birine sordum. Ne kuyruğu bu dedim. ‘‘Yarın akşam oyun var, ayakta seyretmek için bilet alacaklar, şimdiden sıraya girmişler’’ dedi. Yani dünyada böyle şeyler de oluyor. İnsanlar tiyatro seyretmek için bir gece önceden kuyruğa giriyorlar. İngiltere’de hala öyledir. Biz de futbol için böyle şeylere şahit olmuşuzdur ama tiyatro için ilk defa görüyordum. Sonra Türkiye’de bırakın tiyatro bileti almak için bir gün önceden kuyruğa girmeyi, seyirci kar yağar gelmez, taş yağar gelmez, harp çıkar gelmez, bahar gelir hiç gelmez, gelmezoğlu gelmez. Ne zaman gelecek bu seyirci? Çünkü alışmamış, daha tiyatro bilinci gelişmemiş. İngiltere’de taş yağsa seyirci yine gelir. Bugün İngiltere’de oyunların başlama saatleri 19.00’da erken bir saattedir. Bu savaş zamanından kalma bir alışkanlık. Savaş sırasında bombardıman gece olduğu için tiyatrolarda oyunlar 17.00 ile- 19.00 arasında oynanır ve sonra dağılırdı. Almanya’da savaş sonrasında ilk tamir edilen bina opera binasıydı. Almanlar ilk önce konser salonları ve tiyatro binalarını tamir ettiler. Bu nedenle Avrupalılar tiyatroya çok düşkün.
Selam size perdenin öte yakasındakiler. Biyografi yazılarının hemen hemen hepsinde yazılacak muhterem zatın kaç yılında doğduğu, hangi ödülü aldığı, kaç evlilik yaptığı, kimlerle çalıştığı alışılagelmiş bir yazım tekniği. Meraklısı bunu bugün internet ortamında eğer isterse hemen bulabilir. Yazılmış olanı yazmanın okuyucuya hiçbir katkı sağlamayacağını düşündüğüm için değil, sadece bahsini ettiğimiz kişilerin öncelikle birer insan olduklarını hatırlatmak bilinci ile yazıyorum. Kibirlerini anlatmak istiyorum; örneğin ne için neden burada olduklarını, neden ölümsüz olduklarını… Birilerini yahut birini bir yere mıh gibi çakmanın sanatçıya, düşünüre, zanaatkâra ya da bir yazara saygıdan ziyade değersizleştirmenin ilk adımı gibi görüyorum. Haddimi bağışlayın fakat bugün “Ben kimim ki onun gibi olabileyim” diyen bir sürü kişiden yalnızca biriyizdir belki. Yıldız ve Müşfik Kenter’i de bir ana doğurdu en nihayetinde. Vazgeçmek istediği sayısız günler oldu elbette. Yorgun düşen hepimiz gibi. Fakat onları diğerlerinden ayıran şey yaptıkları her ne ise ona tutku ile bağlanmaktı. Prof. Dr. Dikmen Gürün ‘‘Tiyatro Benim Hayatım” diyen Yıldız Kenter’in hayat hikâyesini uzun yıllar kendisi ile çalışarak kaleme alır. Yıldız Hoca aynı zamanda kendisinin de kaleme alıp bir de oyun olarak sahneye koyduğu “Hep Aşk Vardı” kitabı ile de bu dünyadan nasıl geçtiğini “Ah anneciğim, yaşlandıkça ne kadar sana benzedim. Bir gün bana, ‘aslan gibi ölmektense köpek gibi yaşamayı tercih ederim’ demiştin. Şaşırmış, öfkelenmiş, aşağılamıştım seni… Bak da şimdi gör beni… Affet anneciğim, affet e mi?” sözleri ile yeterince anlatabilmiş değil midir? Yine Yıldız Kenter, ölüm ve zamanın içinde nasıl barınabiliyor olduğunu “Geçmişe hapsedilmek… Ölmek demek. Ölmek, uyumak. Ama düş görebilirsin uykuda, o fena. Çünkü ölüm uykularından sıyrıldığımız zaman yaşamak kaygısından ne düşler görebilir insan, bu düşüncedir bizi yaşamaya iten… Yoksa kim dayanabilir zamanın kırbacına, zorbanın kahrına, gururunun çiğnenmesine, sevgisinin kepaze edilmesine, kanunların bu kadar yavaş, yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine, kötülere kul olmasına iyi insanın, bir bıçak saplayıp göğsüne kurtulmak varken? Kim ister bütün bunlara katlanmak, ağır bir hayatın yükü altında inleyip terlemek…’’ cümleleri ile var olmanın dayanılmaz hafifliğini daha başka nasıl anlatabilirdi bilmiyorum.
Gelelim Murathan Mungan’ın Orhan Veli şiirlerinden düzenlediği ‘Bir Garip Orhan Veli’ isimli tiyatro oyununu, 25 seneden fazla süre sergileyen bu oyun aynı oyuncuyla Türkiye’de en uzun süreli sergilenen eserlerden biri haline gelmesinin adını söyleyince kuşağımızın ilk aklına düşen oyunun muazzam oyuncusuna; Müşfik Kenter’e. Sanatçı, tiyatro oyunculuğunun yanı sıra sinema oyunculuğu da yaptı. 1966 Antalya Film Festivali’nde ‘Bozuk Düzen’ filmiyle “En iyi yardımcı erkek oyuncu” ödülünü kazandı. Yerli yabancı TV filmlerinde, belgesel ve reklamlarda seslendirme yaptı. Yıldız Hanım, kardeşinin ölümünün alkolizmin etkisi olsa da bu durum onun melankolisinden kaynaklanmadığını söyleyerek ekliyor “Üç değişik kadından üç ayrı kızı oldu. Bir de ilk eşinden Mahmut’u… Ama Mahmut 8 yaşında bir kas hastalığına yakalandı. Gözleri de görmemeye başladı, hastalık tüm vücuduna yayıldı. Buna karşın 40 yaşına kadar yaşadı, çok da iyi baktı Müşfik ona. Geçenlerde öldü. Mahmut’un ölümü de Müşfik’i perişan etti.”
Pek dini inancımız yoktu. Babam Müslüman, annem Hristiyan’dı. Bizim evde “Yalan söylemeyeceksin, çalmayacaksın, vicdanını temiz tutacaksın, insanlara yardım edeceksin…” Bunlar konuşulurdu, bunlar dinimiz oldu. İyi de oldu. Ama hepimizde Allah korkusu vardır, o ayrı. Ama dinden dolayı değil, annemizden babamızdan aldığımız telkinlerden dolayı.
Yıldız Kenter’in Müşfik Kenter’i son görüşü, “Yüzünde maske vardı, küre gibi bir şeyin içindeydi, nefes almaya uğraşıyordu. Döndü bana baktı maviş gözleriyle o çaresizliğini gördüm. Keşke görmeseydim, gözümün önünden gitmiyor.” Müşfik Kenter, Haziran 2012’de konan akciğer kanseri teşhisinden sonra 15 Ağustos 2012 tarihinde saat 16.20’de akciğer kanseri nedeni ile tedavi gördüğü hastanede vefat etti. Kenter’in naaşı 17 Ağustos 2012 tarihinde Kilyos Aile Mezarlığında toprağa verilmiştir.
37 yıl sahne hocalığı yapan Profesör Yıldız Kenter tiyatro hizmetlerinden ötürü 1962’de “Yılın Kadını” seçilmiştir. Sinema oyuncusu olarak üç kez “Altın Portakal” ödülüne layık görüldü. Sovyetler Birliği, Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Krallık, Almanya, Hollanda, Danimarka, Kanada, Yugoslavya ve Kıbrıs’ta İngilizce ve Türkçe oyunlar sergiledi. 100’ün üstünde oyun oynadı. 100’e yakın oyun sergiledi. Shakespeare, Çehov, Brecht, Inoesco, Pinter, Albee, Tennessee Williams, Alan Ayckbourn, Arthur Miller, Brian Freil, Neil Simon, Athol Fugard, Sergey Kokovkin gibi pek çok yazarların yanı sıra Melih Cevdet Anday, Necati Cumalı, Güner Sümer, Adalet Ağaoğlu, Zeki Özturanlı, Güngör Dilmen, Muzaffer İzgü gibi pek çok Türk yazarının oyunlarını da sahneye koydu, oynadı.
1984 de Roma’daki İtalyan Kültür Birliğince “Adalaide Ristori” ödülüne layık görüldü. 1989 yılında, Korsika – Bastia Film Festivalinde “Hanım” filmindeki rolüyle “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü aldı.1991 yılında tiyatro sanatına hizmetlerinden ötürü Uluslararası Lions Kulübünün “The Melvin Jones” ile ödüllendirildi. İki kez Ulvi Uraz “En İyi Kadın Oyuncu”, üç kez de aynı dalda Avni Dilligil ödülüne laik görüldü.1994’de “Konken Partisi” oyunundaki Fonsla rolü ile “Olağanüstü Yorum” ödülünü aldı. Finlandiya Dünya Kadın Kuruluşu tarafından yüzyılın en başarılı yüz kadınından biri olarak onurlandırıldı. 1995’de Kültür Bakanlığınca tiyatro sanatına katkılarından ötürü “Onur” ödülüne layık gördü. Profesör Kenter’e aynı yıl tiyatro sanatına katkılarından dolayı “Mevlana Kardeşlik ve Barış Ödülü” verildi.1996’da Magazin Gazetecileri Derneği tarafından Ramiz ile Jülide’deki Jülide rolü için “En İyi Kadın Oyuncu” ödülü verildi. 19 Mayıs 1997’de Uluslararası İstanbul Festivali tarafından ömür boyu Tiyatro Sanatına katkısından dolayı verilen onur ödülü Yıldız Kenter’e Dame Diana Rigg tarafından takdim edildi.1998’de Ankara Sanat Kurumu “Yılın Kadın Sanatçısı” ödülü, 1998 Muhsin Ertuğrul yaşam boyu tiyatro sanatına katkılarından dolayı onur ödülü, 1998 Cumhurbaşkanlığı Büyük Kültür ve Sanat Ödülü, “Martı” adlı oyunda Madam Arcadina rolüyle 1999, Afife Tiyatro Ödülleri – En İyi Kadın Oyuncu ödülü.
“Engin: Ne oynaması hocam! Yürüyemiyorsunuz baksanıza…
Yıldız: Ne yürümesi be, koşarım bile! Ne koşullarda oynadım ben… Şimdi mi oynamayacağım! Seyirci var mı? Seyirci… Sen onu söyle…”
2019 yılında akciğer rahatsızlığı sebebi ile İstanbul da hastaneye kaldırılan Yıldız Kenter, yaşa bağlı solunum yetmezliği sebebi ile 17 Kasım 2019 tarihinde 91 yaşında vefat etmiştir. Cenazesi Kenter Tiyatrosu’nda yapılan törenin ardından getirildiği Levent camisinde kılınan cenaze namazının ardından Aşiyan Mezarlığı’na defnedilmiştir.
Hayır. Bitti artık. Buluşmak, kavuşmak yok. Bunlar bana inanılmaz geliyor. Ölene kadar benimle yaşayacak Müşfik. Yüreğimde, düşlerimde, düşüncelerimde. Ama ben ölünce o da bitecek. Benim de bir Allah’ım var. Herkesin olduğu gibi. Acı çektiğim zaman ona sesleniyorum, ona sığınıyorum, “Allah’ım Allah’ım” diyorum. Allah’ı inkâr etmiyorum. Asla. Onun gücüne inanıyorum ama pek dua bilmiyorum. Sadece ‘Eşhedü en la ilâhe illallah…’
“Bir yer var, biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum.”
Yıldız Kenter’in de ölümünün ardından Kent Tiyatrosu İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından satın alınarak İstanbul Şehir Tiyatroları bünyesine girmiştir. Yalnızca bir döneme damgasını vurmayıp çağının ötesine geçen bu iki ustayı iki kardeşi yazıyor olmanın gururu ile kalemimi perdelere bırakıyorum.
Sağ Perde: Hiç ara vermeden oynadılar oyunu. Aşırı kalabalık bir gündü. Üstelik hafta içi. Ne dersin iyileşir mi Müşfik Bey?
Sol Perde: Bilmem. Ne diyor Yıldız Hoca?
Sağ Perde: O benim kardeşim değildi. O benim oğlumdu diyor.
Kapatın ışıkları. Kimse kaldı mı? Topladınız mı çöpleri?
Kapanış.
Yazan ve Derleyen
Pınar ÇAKMAKLI