Arada kalmaların en zorunu yaşıyor olduğunu düşündü sonra kadın… Yapması gerekenle; olmasını istediği şeyin arasında sıkışıp kalmıştı. Hâlbuki gitmelerin de kalmaların da ustası bilirdi kendini. Gidilecekse arkasına bakmadan gider, kalınacaksa bütün dünya bir ağızdan git diye haykırsa gitmezdi; içinden gelen sese güvenirdi. Yıllarca yolunu aydınlatan o ses lâl olmuş, çıt çıkarmadan karanlığa gömülmüştü sanki. Bazı geceler tek başına oturur o sese ulaşmaya çalışırdı. Nafile, ne ses ne nefes gelirdi beklediği yerden. Bu nasıl olabiliyordu? Birini seviyordu, çok seviyordu; sevildiğini de biliyor ve buna büyük bir inanç besliyordu. Yolları ayrılmış o sürede çoktan yeri dolmuş, izleri silinmişti. Tek kelime etmeden, uzaktan izlediği bu dönüşümün sancısını aylarca taşıdı ama sesini duyurmadı. İçindeki ses henüz ona küsmemiş aksine sıkça yoklar olmuştu. “Sen sus! Konuşacaksa o seni bulur” diye tekrarladıkça sinirleniyor, kendi sesiyle bitmez tükenmez kavgalar alevleniyordu. O gün telefonu çaldığında açmadan önce defalarca yazan ismi okudu, okudu, okudu… Elleri titreyerek, kalbinin sesini kendisi de duyarak açtı telefonu. “Alo?” diyebildi sadece, sonra sadece dinledi… Konuşmak istiyordu aslında, içinde kopan fırtınayı dindirmek istiyordu. Hiç bilmediği küfürler bile geliyordu aklına. Hâlbuki böyle değildi hiçbir şey. O bir şeyler anlatırken Firuze onun yüzüne bakar gözlerinin kenarındaki çizgilerin ona ne kadar yakıştığını, saçlarına yeni yeni
yerleşmiş akların nasıl da yıldız tozu gibi ışıldadığını düşünürdü. Artık konuşacak ne olabilirdi ki? Sesi yabancı
birinin sesi gibi çınlarken kulaklarında, hala ne anlatacak olabilirdi… “Sana gelmek istiyorum” diyen bu ses, yıllar önce içini titreten o ses miydi?
Çok kısa bir süre düşündü, daldığı kuyudan bir çırpıda çıkıp “Tamam gel” deyiverdi. Vazgeçmekten korktuğu için de yüzüne kapattığı telefon yarım saat sonra tekrar çaldı. Gelmişti işte… Rahat olmalı, suçunu paylaştırmasına izin vermemeli, bu yükün altında tek başına ezildiğini keyifle izlemeliydi. Bu içini soğuturdu. Onun da acı çektiğini gözleriyle görmek fikri Firuze’yi cezbediyordu. Bu heyecanla kapıyı açtı. Güldüğü zaman iyice küçülen gözlerini
de alıp gelmişti yine. Gülümsediler birbirlerine… Konuşmadan eliyle
mutfağa yönlendirdi Firuze. Hep o masada otururlardı. Karşı karşıya
oturdular. Neden susuyordu? Onca şey birikmişti içinde. Bunları
söylemek için daha iyi bir fırsat olamazdı. Ama bekledi. Ne
diyecekti, neydi aylar sonra onu kapısına getiren merak ediyordu.
“Neden bir şey demedin?” diye başladı düello. Küfür bile etsen
razıydım, sessizliğin her gün daha çok yıktı beni diye devam etti… Firuze hâlâ büründüğü sessizlik yorganının içinden bakıyor, tek
kelimesine muhtaç bu adama duvardan farksız olduğunu
göstermek istiyordu. “Çok kızdın değil mi?”
diye cevap vereceğini umduğu bir soru daha
sordu Firuze’ye. Firuze derin bir iç çekti; ah eder
gibi, ciğerlerini soldurur gibi, son nefesini alır gibi
kemiklerinde bile hissettiği derin bir iç çekişle ellerini birbirine kenetleyip masaya doğru düşürdüğü omuzlarının üzerinden gözlerini ona kilitleyerek sonu hiç beklediği gibi olmayacak olan o
hikâyenin satırını yazdı. “Neden geldin?”