Gittiğim günü anımsıyorum hâlâ. Berrak bir geçmiş aynasından yansıyorlar bana.
Serin ve insanın teninde müthiş serinlikler uyandıran bir rüzgâr esiyordu. Şu koca gövdeli çınar ağacının da bir ruhu vardı ve sonuna kadar hissediyordu esip yitmekte olan rüzgâr eşliğinde yitirdiği gölgesini.
Ne bir bavul ne de valiz getirmiştim yanımda. Ardımda bir sırt çantasıyla, yıllar sonra cevabını her yerde ve her an arayıp ama cevabı bir türlü bulamadığım o yerdeyim yine. Aynı çınarın altında, yıllar önce keşfetmiş olduğum sırrı, aynı acı hissi bana fısıldıyor.
Geçmiş; bugünün sınırları içinde şimdi karşısına çekip oturduğum tabureyle bir bir canlanıyor. Ben taburede oturuyorum ve Ulu Çınar, gölgesinin kapsadığı tüm bu alanda, gecenin sessizliğinde ay ışığıyla sırrın parçalarını bir bir canlandırıyor. Geçmiş, baldıran acısından farksız… Baldıranımla yüzleşmeye geldim.
Tam 40 yıl öncesi…
Dedem çok severdi. Masallar, öyküler ve şiirler anlatmayı. Tam Ulu Çınar’ın yanına taburesini alır koyardı ve biz çocuklar hatta bazı gençlerle hep beraber dinlerdik. Dedem masalları anlatırken tekrar yaşardı. Dedeme göre masallara en çok yetişkinlerin ihtiyacı varmış. Bir oğlan çocuğuydum ve yaşıtlarım gibi ergenliğe giriyordum. Tam bir bocalama çağındaydım. Ki erkek çocuklar, hele İnkaya köyünde yaşayanlar bütün gün bir yaramazlığın, haylazlığın peşinde koşar, bir yaramazlık yapardık. Adımız böyle anılacaktı. Erkek çocuğuyduk biz. Taşları horozlara atacak, sonra onların şiddetini izleyip zevk alacaktık. Mahalle yolundaki Ulu Çınar’ı ziyarete gelenlerin araçlarına rahat vermeyecektik. Ama benimki daha çok dedemeydi. Çünkü her yaz fırsat bu fırsat denir ve ben yaşlı dedemin yanına yollanırdım. Namı diğer Eşref Tekkan. Yılların İskender ustası, şimdilerin de emeklisiydi. Yerine yetiştirdiği çırakları bakıyordu artık. Merkezde –çarşıda- Tekkan İskender adı altında bir yeri vardı. O yaz geldiğimde, iskender beni kandırmaya yetmiyordu.
“Oğlum, bak uslu dur sana iskender ve yanına tatlı mı tatlı bir künefe” diyordu, dedem.
‘‘Bana ne’’ deyip geçiştiriyordum. Omuz silkiyordum ve dedemin anlattığı masalları dinlemiyordum. Sürekli kızdığı karanlık ormanlara dalıyor, verdiği harçlığı bir günde bitirip ertesi gün yine istiyordum. Yanımda kal, diyordu. Bana ne, diyordum. O yazı hiç unutmuyorum. Ne zaman oyun oynamaya gitsem arkamdan üzülerek bakardı. Onu değil, oyunları seçerdim. Bilsem seçmezdim…
O yaz dedem biraz rahatsızdı. Yaz olmasına rağmen öksürüyor ve ciğerlerinden gelen homurtu, bir suyun fokurdarken çıkardığı sesi anımsatıyordu bana.
Yazın sonlarıydı. Gidişime az kalmıştı. Sabahın erken bir vaktiydi. Tuvalete gidecektim ve yeri tam dedemin odasının karşısındaydı. Kapının önüne gelmiştim ki dedemin kapısının açık olduğunu fark ettim. Dedem biriyle konuşuyordu. Sessizce yaklaştım, odada kimseler yoktu ama dedem konuşuyordu. Ağır ağır bir şeyler söylüyordu.
“Bir İlah uykusu olur elbette
Ölüm, bu tılsımı edep ile
Belki de rüyası eski cedlerin
Beyaz bahçesinde su seslerinin.”
Bunu öyle fısıldayan tonda söylüyordu ki karanlık bir mahzende arkamdan sayısız ruhlar fısıldıyormuş gibi hissetmiştim. Henüz yeni çıkmaya başlamış tüy bitiği bıyıklarım bile diken diken olmuştu. Tuvaletimin olduğunu unutmuştum, odama gitmiştim. Ben giderken dedem pencere önünde, koca yaşlı çınara bakmaktaydı. Öksürüyordu. Yatağıma gitsem bile uyumam çok zor olmuştu. Dedemin ‘‘İlah uykusu’’ derken uzun uzadıya tonlamaları zihnimi bölüyor, uyku bana uğradığı gibi kaçıyordu. Bu hayallerle kısa bir süre uykuya daldım ve sonra da uyandım. Oyun oynamak üzere en gıcır kıyafetlerimi giydim. Dedemin parasını sakladığı yatağına gittim, gizlice biraz daha harçlık aldım.
Bahçeye indiğim zaman, dedem sırtı dönük bir şekilde çınar altındaki çeşmenin başındaydı. Bu kez direkt çınara şiirin dizelerini okuyor diye düşündüm. Yanına vardığım zaman, tüm şiirler susmuştu. Soluğu kesilmişti ama geniş bir solukla gülümsüyordu. Tüm ağırlığı, yapraklar arasındaki rüzgârla esip giderken, eski cedlerin rüyasına dalmıştı.
Uykuya daldı, uykudan uyandım.