Hatırlıyorum, o gün hafif bir rüzgâr esiyor ve ay rüzgâra eşlik ederken İstanbul Boğazı’nı boğan şehrin ışıkları, ay ışığı ile yarışamayacağını kabullenmiş görünüyordu.
O gün her şey alabildiğine bir kabulleniş halindeydi. Karım Dilruba hariç. Hayata dair o kadar fazla kabullenmeyişleri vardı ki, bu gün her şeyi hatırlasam da, onun o gün neyi kabul etmediğini bir türlü hatırlayamıyordum. Kuleli’nin karşı kaldırımında, deniz kenarında yürüyüş yapıyorduk. Gecenin kör vakitlerinde, her şey sessizliğe oynarken… Ah Dilruba bir türlü susmuyordu. Ben de bir kabulleniş halindeydim. Hem de evlendiğimiz ilk günden beri. Dilruba konuşacak, ben susacaktım. Susmasam, susmayacaktı. Bunu bilirdim. Hata etmişim. Hatırlayamadığım kabullenmeyişlerinden başlayan konu, birden benim suskunluklarıma gelmişti. O gün de hiç susmaksızın konuşmuştu. Suskunluğumun da gün gelip konuşabileceğini bendeniz Ahmet, akıl edememiştim.
“Bıktım Ahmet, susmak bilmez bu suskunluğundan!”
İşte bu sözlerle, ilk kez sıyrıldım suskunluğumdan.
“Saçmalama. Dediğin her şeyde haklısın. Haklı olmasan karşı çıkardım hayatım.”
“Sen bir korkaksın, korkaklar susar. Ahmet utan! Eğer hep ben haklıysam, bu senin sadece bir korkak olduğunu gösterir.”
O sırada gözünü karşı kaldırıma kaydırdı. Kuleli’nin sahil boyunca uzanan duvarlarına. Duvarın dibinde bir dilenci olduğunu o an fark ettim. Yaşlı ve 50 yaşlarının üstünde, kamburuna başıyla eşlik eden, yüzüne saçının uzun akları düşmüş bir dilenci… Aslında o bize hiç bakmıyordu. Ama başka birinin varlığı beni kurtarmıştı. Yüzümü tekrardan Dilruba’ya çevirdiğimde iki elinin parmaklarını birbirine geçirmiş, gözlerime tiksintiyle dalan bakışlarını meydana sermişti. Parmaklarını birbirinden ayırmasıyla, yüzüğünü çıkarıp önüme atması bir oldu.
Sessizliğin içinde önce yüzüğün beton zemine düşme sesi yankılandı. Dilenci ilk kez bakışlarını çevirdi. Dilruba çekip gitti. Ben yüzüğü yerden alırken, dilencinin Dilruba’nın ayak seslerine dilenen “ablam be, üç beş kuruş” sözcükleri de kulağıma yetişti. Altın alyansını hiç düşünmeden yere çalabilen bir insan, gözünde dilenmesi gereken en mantıklı kişiydi. Ama Dilruba beş kuruş vermeden, sinirli adımlarla çekip gitti. Geriye avucumdaki altın alyansla ben ve dilenci kalmıştık. Bir de Kuleli binası.
Şimdi merak edeceksiniz. Neden Kuleli binası bu kadar önem arz ediyor diye. Bu tarih öğretmeni olduğumdan geliyor. Geceyi ve Kuleli’yi severim. Burada Dilruba ile yaptığımız yürüyüşleri de. Her geçtiğimde, Dilruba hiç susmadan konuşurken, kafamda milyon tane soru dolaşır durur. Bu sorular hep Kuleli ile ilgilidir. Eski yapıların böyle bir ruhu vardır işte. Önünden geçerken, kaç yaşama kaç savaşa ya da kaç ölüme tanık olduğunu düşünmeden duramazsınız. Duvarlarına kim bilir hangi tarihte, kimin hangi hislerle dokunup o hissi duvara kilitlediğini, duvarların ardında kaç hüznün neşeye ya da kaç ölümün yaşamlara gebe bıraktığını da… Yani, ben öyleyim. Bugün de mesela, karı kocanın ayrılışına tanıklık etti. Oysa diğer tanıklıklarının yanında bunlar ne ki diye düşündüm.
Şimdi şahit olduğu tanıklık, geçmiş tarihini bir kez daha hatırlamama sebep oldu. 1845 yılında Mekteb-i Fünun İdadiye olarak kurulmuştu. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı zamanlarında hastane olarak kullanılmıştı. Çok ama çok uzun süren bir dönem, askeri reformların verdiği sebeplerle Kuleli’yi kışla olarak da kullanmışlardı. 1924 yılı, Kuleli Lisesi’ne dönüşmesine sebep oldu. Çünkü “Tevhid-i Tedrisat Kanunu” çıkarılmıştı. Yani Kuleli, çokça yaşamı barındırmıştı. Hastane zamanları hastalar ve yakınları, okul zamanı öğrencileri, kışla zamanı askerleri… Önünde büyüsüne kattığı duvarın dışındaki seyircileri… Bir yapıya kaç tanıklık sığardı? Bir insan bunu nasıl anlardı? Buradan her geçişimde peydah olan suskunluk, anlayamayacağımı anladığımdan mı kaynaklanmaktaydı? Ya da Dilruba’ya kendimi anlatamayacağımdan mı? Bu suskunluk niyeydi?
Dilruba’nın yüzüme çarptığı suskunluk ile yeniden susmaya ve düşünmeye dalmışken, gözüm dilenciye takılıyordu. Sessizlikte, benden ve ondan başka kimse yoktu ama o hala “üç-beş” kuruş dilenmeye devam ediyordu. Benim vermeyeceğim emindi. Yüzüne bile bakmıyordum. Ama o zaman, neden dilenmeye devam ediyordu? Alıştığından mı yoksa bundan başka tutunacak bir şeyi olmayışından mı kaynaklanıyordu bu dilenişler? Geri dönüşü olmayan bir dilenmeydi bu… Hoş böyle bakınca, bu dilenciden farksız değildim. O böyle olmayan insanlardan para dilenirken, ben de cevabını asla bulamayacağım sorularla suskunluğuma gömülmüştüm. Aklımca dilenciye acıyordum ama ondan daha beterdim. O elbet bir gün, bir kuruş bile olsa kazanır ama benim kafamda her zaman sorduğum soruların cevabı asla bana ulaşmayacaktı. Ulaşacak olsa, hiç susar mıydım? Belki de o dilenci gibi, ben de buna alışmıştım. Sonu gelemeyecek dilenişler gibi… Öylesine soru sormaya… Tüm hikâye boyunca yaptığım gibi… Anlattım durdum ve sorular sordum… Sorularımla boğdum sizi. Elma bir meyve midir ya da potansiyel enerji nedir gibisinden, cevabı net sorular değildiler ki? İnsanın ruhunu yiyen, sonra kelimelerini bitiren soruları nedensizce doğuran bir insanım işte.
İşte şimdi siz de, suskunluğumun sebeplerine ufakta olsa tanıklık ettiniz. Şimdi bir soruya daha tanıklık edeceksiniz ve ben aklınızdaki iki soruyu yanıtlayacağım. Sorum şu olacak ki, uzun zamandır aklımda dönüp dolaşıyor. Sorularıyla suskunluğa mı erişmeli insan yoksa hiç soru sormadan, sürekli anlamsızca şakıyan bir bülbüle mi dönüşmeli? Hangi tarafı seçeceğime karar veremiyorken, yine sorular sorarken buluyorsam kendimi, durup yeniden bir düşünmeliyim. Ya da hiç korkmadan-Dilruba’nın dediğinin aksine bir korkak olmadan- “sen iflah olmazsın Ahmet!” demeliyim.
Dilruba demişken, aklınızdaki iki sorudan birini yanıtlamalıyım. O günden sonra, Dilruba’yı hiç görmedim. O da benimle iletişime geçmedi. Tüm eşyalarımı bir tanıdık vasıtasıyla iki göz odası olan yeni evime gönderdi. Belki de benden bir dilenme bekledi… Kendisi tarafından affedilmeyi dilenmemi istedi. Tıpkı o dilenci gibi, olmayan kişilerden üç-beş kuruş dilenmek gibiydi bu durumda. Dilruba’ya aşığım ve onu kendimle cezalandırmayacaktım. Dilenci demişken, onu da merak ettiğinizi biliyorum. O gün hiç değilse dilencilerden biri kazansın dedim. Ben Kuleli’ye, yıllardır dilenmiştim ve suskunluğa gömülmüştüm. Çünkü Kuleli’nin tüm tanıklığı, kendisine saklıydı. Asla paylaşmayacaktı. Ben hep kaybedecektim ama diğer dilenci hariç. Benimki manevi, onunki maddi bir dilenişti. O gece suskunluğuma düşen “üç-beş” dilenişleri ile ben her şeyi anlamıştım. Ben kaybetmiştim, dilenci kazanmıştı. Usulca önünden geçerken, altın alyansı yüzüne siper ettiği eline bıraktım. Uzaklaştım…