AYLAK DERGİ

GÖLGELER DE YANSIR

Çocukluğumdaki mutluluk, meyve ağaçlarıyla kaplı tek katlı evlerin arasından süzülerek geçer, yatana kadar tüm sokaklara dokunur, en son gökyüzünün parlaklığına takılır ve ben uyuyana kadar orada asılı kalırdı. Başarım, kimsenin zorlamasıyla değil, kendi isteğimle okuduğum kitapların arasında ben bilmeden demlenirdi, iki tatlı kaşığı ile kendini daha çok tatlandıran çayım ve ona eşlik eden son kullanma tarihi asla belli olmayan tırtıklı bisküvilerim, lezzetin doruk noktasıydı.

Babam devlet bankasında çalışan bir memurdu. Bir gün babamdan, tayinimizin büyükşehre çıktığını öğrendim. Ve yaşamım, bu haberle birlikte tamamen değişti. 

Büyük şehir! Tüm imkânların orada olduğu, davranışlarımın ve konuşmamın değişeceği, bilgimin ise engin bir deniz olacağı söylentileri kulaktan kulağa dolaşırken ben, daha çok gelişeceğimi düşünüp sessizce ruhumu okşadım. Bir an önce oraya gitmek için sabırsızlandım. Ve o gün beklenen gündü. Heyecanla arabaya bindim. Yolculuğum, masmavi gökyüzünün altında boylu boyunca uzanmış ağaçlı yolların arasında başladı, zaman geçtikçe ağaçlar, yerini giderek yükselen beton yapılara bıraktı ve masmavi gökyüzü! Hayır, artık o masmavi gökyüzü, grimsi bir mavilik arasında son buldu. Heyecanım, merakım ve yeni odam derken zaman hızla geçti. Yeni arkadaşlarla tanışma isteğim, kalbimin coşkusu derken daha fazla dayanamadım. Ailemin tembihli sözleri eşliğinde kendimi sokağa attım. İlk dikkatimi çeken şehrin orta yerine dikilen beton yapıların gölgesinde oyun oynadığını düşünen çocuklar oldu. Üstelik mutlu da görünüyorlardı. Gölgeler, gerçeği tüm çıplaklığı ile yansıtabilir miydi, üstelik bir çocuk ağaç olmadan hem de meyve ağacı olmadan nasıl mutlu olabilirdi ki? Bunu anlamam için onlarla tanışmam gerekti, ben de öyle yaptım. Gittim yanlarına kendimi tanıttım. Tepkileri geldiğim yerden çok uzaktı. Önce beni yukarıdan aşağı süzdüler, giyimime baktılar, sonra konuşmama ve ardından hangi koleje gittiğime kadar bu böyle devam etti. Bana öğretilen ‘insan’ olmaktı. Hangi okula gittiğimin ne önemi olabilirdi ki ya da hangi marka giydiğimin? Bunu anlamam da çok uzun sürmedi. Çünkü onlara ufak yaşlarından itibaren mutluluk yerine ‘başarı’ aşılanmıştı. ‘Çocukluğumuzdan itibaren başarılı olursak en sonunda hedeflediğimiz kariyere çok kolay ulaşabilirdik.’ Böyle söylemişlerdi. Kariyer de neydi? Ne garip sözler kullanıyordu buradaki çocuklar. Sanırım yirminci yüzyıl zırvalıkları burada kendisini çok iyi tanıtmıştı, onlar da memnun olduklarını kullandıkları sözcüklerle gösteriyordu. Bu sözcüklerin arasında ‘can sıkıntısı’ en popüler olanıydı. Bir çocuğun canı nasıl sıkılabilirdi ki?  Onları tanıdıkça yavaş yavaş evimden çıkmamaya başladım. Gün içinde televizyon izledim. Televizyonu da bu şekilde keşfettim. Geldiğim yerde evimizde vardı ama ben onu hiç izlemedim, merak etmedim, bilmek bile istemedim. Şimdi can sıkıntısının ne olduğunu çok iyi biliyorum ve bunu yaşayarak acı bir şekilde öğrendim. Giderek onlara mı benziyordum? Düşüncesi bile beni korkuttu. O an kasabamızda her gece yaptığım şeyi geldiğimden beri yapmadığımı fark ettim. Bu gece ışıl ışıl gökyüzünü seyrederek mutlu olacaktım. Akşam yemeğinden sonra koşarak kare şeklindeki dar balkonumuza çıktım. Kafamı gökyüzüne doğru kaldırdım ve gözlerim parlayan yıldızları aradı. Balkonumun dört köşesini de itinayla kullandım ama yıldızlar orada yoktu. Tek görebildiğim sararmış bir gökyüzüydü. Demek ki gündüz mavi-gri tonlarında görünen gökyüzü, gece tamamen sararıyordu. Benim gibi! Özünden uzak, sahte bir yaşama uyum sağlar gibi duruyordu. Buradaki her şey silik bir görüntüden ibaretti. Artık düşüncelerimi anlatan o kelimeler de zamanla anlamsızlaşmaya başladı. Her şeyin başlangıcı, beton yapılar arasından yansıyan o gölgelerde gizliydi. Gölgeler, kalbimizden geçenleri sözcüklerin yüzeyselliğine bırakıp derinlere aktaramamıştı. 

Abone Ol

Yeni sayılarımızdan haberdar olmak için
ücretsiz abone olabilirsiniz.