Türk sinema ve tiyatrosunun önemli yan karakterlerinden olan Ayfer Feray, aynı zaman da iyi yazılmış bir antagonisttir. Ve iyi yazılan kötü karakter ne kadar başarılı ise film ya da oyun o kadar iyidir. Bu karakterlerin tıpkı diğer karakterler gibi özel yaşamlarından aldıkları ilham ve gözlem ne kadar gerçek ise sergilenen performans aynı ölçüde gerçektir. İzleyicinin protagonistten ziyade kötü karakterle arasında kurduğu bağ gerçek yaşamın olağan akışının da seyrine uygundur. İşte tam da bu yüzden yan karakterlerin esas karaktere pasladığı her duygu geçişi eserin olmazsa olmazıdır. Ayfer Feray, sayısız önemli film ve tiyatro oyunlarında adından sıkça söz ettiren güçlü ve gösterişli bir yan karakterdi.
Kendisine özgü oyunculuğuyla seyircilerin zihninde yer etti. Oynadığı yetmişi aşkın filmde, Türk sinemasının güçlü ve önemli kadın karakterlerini canlandırdı. Murathan Mungan, oyuncunun Türk sinemasındaki yerini ve değerinin yeterince bilinmemiş olmasını bir söyleşisinde, “Fransız olsaydı şimdiye ikondu.” sözleriyle vurgulamıştır. Feray, sinema filmlerinin yanı sıra, tiyatroya da yoğun emek verdi. Şahane Züğürtler, Yedi Kocalı Hürmüz gibi oyunlarda oynadı. 1953’de Dormen Tiyatrosu’na girdi. Bir süre Dormen Tiyatrosu kadrosunda yer aldı, Haldun Dormen Tiyatrosu’nda ilk rol aldığı oyun Papaz Kaçtı oyunu oldu. Daha sonra buradan ayrıldı. Ayfer Feray – Nisa SerezliTopluluğu ve Çevre Tiyatrosu’nun kurucularından biri oldu. Bu topluluk da daha sonra dağıldı ve oyuncu, Ayfer Feray Tiyatrosu’nu kurdu. Tiyatronun oyuncuları arasında Osman Alyanak, Ferhan Şensoy, Şevket Altuğ, Kemal Sunal, Hadi Çaman gibi önemli isimler yer aldı.
Füsun Erbulak; “Ayfer’in başından bir evlilik geçmiş. Bir kız ve bir erkek çocuğa kavuşmuş. Ben tanıdığımda duldu. Samsun’un ünlü ailelerinden (yani çok zengin demek oluyor), ünlü birinin oğlu ile flört etmeye başlıyor. Ama aile oğullarına; O bir oyuncu, namuslu olamaz. Dilediğin gibi yat kalk, eğlen ama evlenemezsin, buyuruyor. Samsun’a turneye gittiğimizde herif onu gezdirir düşüncesiyle, hepimizden çok gece elbisesi getirdi Ayfer… Ama İstanbul’da hemen hemen her gün görüştüğü adamı, Samsun’da hiç göremedi. Ve Amazon Kadınlığı depreşip, çok üzülmesine karşın, adamı terk etti. Onu sözüm ona teselli ederken, Simone De Beauvoire’dan cümleler aktarırken, kadın-erkek ilişkileri üzerine doçentleştim adeta. Bana çok şey öğretti. Ailelerin namuslu, el değmemiş kız takıntıları halen geçerli maalesef…” diyor bir röportajında.
Yeşilçam melodramları, Türk toplumu üzerinde kadın bakış açısına hizmetini esirgemezken Christine Gledhill, (1996, s.61-62) geleneksel sinemanın neden ve nasıl ataerkil ve burjuva olduğunu, dolayısıyla ataerkil, burjuva bir izleyicinin üretilmesine katkıda bulunduğunu göstermeye çalışmaktadır. Gledhill, eril egemenliğin, klasik sinemayı ve anlatıları bütünüyle planlamakta olduğunu, metinlerin genellikle ataerkil bilinç ve bilinçdışıyla yapılandırılmış kadın izleyicinin zevkine göre organize edildiğini belirtir. Dişil imgeler ve karakterler eril düşlemin, korkunun ve imgelemin ürünüdür. Kadın, eril olmayan “öteki” dir. Sinemanın başlangıcından bu yana kadın, bakışın nesnesi konumundadır demiş bugünün de dünden farksız olduğunu eklemeyi unutmamıştır.
Bir filmin çekimlerinde ateşe bakan falcıyı oynarken taktığı peruk tutuşmuş ve yüzü yanmıştır. Oyuncu arkadaşları uzunca bir süre aynaları kendinden saklamış Londra’da olan Haldun Dormen’in eşi Betül Mardin Feray’ın tedavisine yardımcı olmuş ve ülkeye döndüğü zaman Jean Cocteau’nun tek kişilik ‘’İnsan Sesi’’ ni oynamaya başlamıştır. “İnsan Sesi”, ayrılığın ilk günlerini yaşayan âşık bir kadının sevgilisi ile yaptığı “son telefon” konuşmasını anlatır. Telefonun bir ucunda, terk edildiği için acı çeken, fakat bunu asla göstermeyen, ayrılığın son anında bile tutkusunu gizli bir bağlılıkla sürdüren bir kadın; diğer ucunda ise, veda ederken bile dürüst olmayı beceremeyen bir erkek vardır.
“Sonra bana telefon edeceğine söz vermiştin, onun üzerine, düşün birçok rüyalar gördüm. Bu telefon güya senin tarafından bana indirilen bir darbe oluyor ve ben düşüyorum. Yahut güya boğuluyorum, gırtlağım sıkılıyor. Sonra, güya Otöy’deki apartmana benzeyen bir denizin dibinde, bir dalgıç başlığına merbut bir hava borusu ile sana bağlı imişim. Sana boruyu kesme diye yalvarıyorum. İşte böyle bir takım rüyalar ki anlatıldığı zaman manasız ve aptalca, fakat uykuda sahih imiş gibi oluyor, müthiş…”
Altan Erbulak’a; O kadar küçük bir odada yaşıyorum ki, pencereyi açtığımda karşımda aydınlığın duvarını görüyorum. Hep orada denizi, martıları, güneşi görebileceğim günleri özleyip duruyorum, diyor.
Erbulak da evinin anahtarını araklayıp, bir matine suare arası odaya giriyor. Kalın fırçasını bir uzun dal parçasına bağlayıp karşı duvara deniz, martılar, bulutlar, bir de kayık resmediyor. Yağmurda akmasın diye üzerlerini fiksatifle örtüyor. Acaba bu resim o boşlukta hala durmakta mıdır?
Ertesi sabah Ayfer, pencereyi açtığında çılgına dönüyor. ‘’Altan’ın işi bu’’ diye düşünmeden edemiyor. ‘’Son Yaprak’’ öyküsü ile filmini de hatırlıyor.
Hep söylediğim gibi ne zaman doğduğu, ne kadar yaşadığı, ne zaman öldüğü, kaç çocuğu olduğu gibi basmakalıp soruları meraklısı hemen şu an da öğrenebilir. Tüm bunlar laf kalabalığından öte gidemeyen kirli bilgi yumakları. Fakat Feray’ın deniz gören pencere hayali ölmeden gerçekleşiyor. Yıllar sonra, Erol Simavi’nin Bodrum’daki köşkünde, müştemilatta yaşamaya başlıyor. Erol Bey kendisine orada bir ev veriyor. Annesi ve kız kardeşi ile oturuyorlar. Kalabalık davetleri organize ediyor, Erol Bey’in sohbetlerine katılıyor.
Lütfi Ömer Akad’ın yönetmenliğinde, senaristliğini Safa Önal’ın yaptığı, Sait Faik Abasıyanık’ın Menekşeli Vadi ’si, Orhan Veli’nin Vesikalı Yârim şiirinin bezediği aynı adı taşıdığı Yeşilçam melodramlarının alametifarikası olan filmin Müjgân’ına saygı, sevgi ve özlemle…
Pınar Çakmaklı