AYLAK DERGİ

MOR GÜNLER

Ayın ışıltısı mı bu insanların yüzündeki acıyı görmemi sağlayan, yoksa hissettiğim duygunun alevi mi onların yüzlerine yansıyor?

Büyüklerin verdiği bir kararla; birden bire hayatımızı elimizden alıp, altını üstüne getirdiler. Ekip diktiğimiz topraklar yarım kaldı, binbir güçlükle yaptığımız evler de… Daha ne olduğunu anlayamadan alabildiğimiz eşyalarımızı yanımıza aldık. Sokaklarda oyunlar oynadığımız arkadaşlarımızla bile vedalaşamadık. 

O an elimdeki bez bebeğe baktım. Ona daha çok sarıldım. Bu bebeği bana en yakın arkadaşım Elsa vermişti. Ondan bana geride bir bez bebek ve büyüyünce zamanla silinecek, geçici anılarım kaldı. Acaba o da beni çok özlemiş miydi? Gözümden akan soğuk gözyaşımı elimin tersiyle sildim. Güvertede duyduğum keçi sesleri bana terk ettirildiğim köyümü anımsattı. İnsanların bazıları, hayvanlarını orada yalnız bırakamadı. Yanında getirdi.  Günlerce yürüdük, şubat ayının keskin soğuğu içimize işledi ama yine de yürüdük. Sonra bir limana getirildik. Sıramız gelene kadar da orada sefil bir halde bekletildik. Günler sonra bizi, eski bir gemiye ite kaka bindirdiler. Hayatımda ilk kez, eski de olsa bir gemiye biniyordum. Heyecanlanmıştım, meraklı gözlerle dönüp limana bir kez daha baktım. O kadar kalabalıktı ki o liman. Arkamızda kalan çoğu kişi ise hâlâ binmek için orada çaresizce bekliyordu. Kaç gün kaç gece daha orada bekleyeceklerdi bilmiyordum. Bildiğim iki şey vardı; belirsizlik içinde beklemenin, açlığın ve üşümenin zorluğu ve dinimizden dolayı memleketimize geri gönderiliyor olmamız. Oysa geride bıraktığımız yerde ezan sesleri her vaktinde etkileyici bir şekilde yükselirdi, aslında orası da bizim memleketimiz sayılmaz mıydı?

Sabahın ilk ışıkları hep mor ve sarıydı. Kaç kez daha bu mor-sarı günlere şahit olacaktık? 

İnsanlar da benim gibi soğuktan birbirine sokulmuş, ısınmaya çalışıyordu. Her büyük dalgada sarsılıyorduk. Etrafımda midesi kalkan, öğüren o kadar çok insan vardı ki! İnsanların yüzleri de hep mor-sarıydı. Güvertede olmamıza rağmen koku, sanki üstümüze sinmiş gibiydi, ruhumuz bile bu kokunun tesiri altındaydı sanki ve yıllarca hiç çıkmayacaktı. Gözlerimi, karşımda oturan, beyaz tülbentli, üzerinde el örgüsüyle örülmüş mor hırkası olan, yetmişli yaşlarındaki kadından alamıyordum. Gemiye bindiğinden beri suskun, tek bir kelime etmemişti, gizli gizli ağlıyor ara ara dizlerine vuruyordu. Şimdi yanına gitsem, sorsam: “Derdin mi var nineciğim?” desem. “Bundan daha büyük dert mi olur kızım?” demez miydi bana? Hem ben sadece on yaşında bir kızım, bana anlatmak ister miydi ki? Sormasam çok yalnız duruyordu, içim rahat etmeyecekti. Biraz daha izledikten sonra onunla konuşmaya karar verdim. Yerimden kalktım, gemi öyle güçlü sallanıyordu ki; tutunmadan ilerlemek imkânsızdı. Yolumun üzerindeki eşyalara tutunarak, onun önüne kadar geldim ve oturdum. 

-“Hava çok soğuk değil mi? O yüzden mi dizlerine vuruyorsun nineciğim?” diye sordum. 

Yaşlı gözleri, daha çok doldu, doldurduğu kadarını da geri boşalttı. Elini elime koydu. Buz gibiydi ve titriyordu. Daha çok üşüdüm ama ona hissettirmedim. Çünkü onun ince hırkasına karşılık benim üstümde kalın bir montum vardı. 

          -“Sen bana bakma kızım, herkes gibi üzülüyorum.”

Sesi o kadar yeniydi ki; kendisi de ürktü. En son ne zaman birisiyle konuşmuştu?

          -“Yalnız olduğun için mi üzgünsün?”

Gözyaşlarını titreyen eliyle sildi, hırkasının iç cebinden, iğne oyalı, mor renkli, ipek bir mendil çıkardı ve burnunu temizledi. 

-“Elli yıllık kocamı, altı ay önce toprağa verdim. Ayrılmak istemedim, onu orada yalnız bırakamazdım ama izin vermediler kızım. Soğuk, kalbimdeki acı kadar zor gelmiyor bana. Yalnızlığım da öyle. Ama Orhan’ı orada bırakmasaydım… Kim başına gelip dua okuyacak şimdi, kim mezarına çiçek dikip, üstüne bir sürahi su dökecek?” dedi.

Dizlerine vurmasının kaynağını biliyor ama ruhundaki o derin acının dışavurumunu, artık pas geçiyordum.

Abone Ol

Yeni sayılarımızdan haberdar olmak için
ücretsiz abone olabilirsiniz.