Alarmın çalmasıyla birlikte, zaten çok ağır olmayan uykusundan uyandı Yaman. Gözlerini odanın içinde dolaştırdı. Parmaklarını saçlarının içinden geçirip, terden ıslanmış perçemleri geriye doğru yapıştırdı. Sağına doğru uzanıp, komodinin üzerindeki bardağı aldı. Yarısını geceden içtiği suyu, bir dikişte bitirdi. Yavaşça yataktan kalkıp gerindi ve banyoya doğru yürüdü.
Soğuğa yakın ılık su, yüzünü yalayıp sırtına doğru akarken ürperdi. Aceleyle sabunlanıp, üzerine rengi atmış lacivert bornozunu geçirdi. Buğulanmış aynanın yüzünü, bornozunun kollarıyla kuruladı. Giyinip evden çıktı.
Aslında vakitli çıkmıştı ama dolmuş hınca hınç dolu gelince, proje kurulunun toplantısına gecikme olasılığını göze alamadı. Esaslı bir taksi ücretini göze almışken, durağın yanındaki meşhur kahveciden orta boy bir filtre kahve aldı binmeden. Sessizliğin ve kahvenin tadını çıkararak yolu tamamladı.
Genel Müdür Yardımcısı Rauf Bey ve asistanı içeri girdiğinde, üç ekibin üyeleri de ayağa kalktılar. Adam göz temasına gerek duymadan, eliyle oturun işareti verdi. Boğazını temizleyen geniş boyunlu müdür yardımcısının kravatla sıkılmış gibi gözüken yaka uçları, Yaman’a garip bir sıkışmışlık hissi verdi.
“Bizi bir sanatçıdan ayıran şey nedir biliyor musunuz, karşılığını ticari olarak da alabilme zorunluluğumuz.” dedi ve önündeki kâğıtlara bakarak rahatsız edici bir es verdi.
“Çalışmalarınızı şirket içinden ve dışından, alanında çok önemli isimlere de izlettik. Ve bu üç projeden Selim Bey ve ekibi ile Oya Hanım ve ekibinin lansmana kadar iki projeyi katıştırıp, ortak yürütmelerine karar verdik…”
Yaman yerinde dikleşti, bir şeyler söylemek istedi ama müdür yardımcısı ondan atik davrandı.
“Reklamcılıkta en eski kural şudur ki; ne söylediğinizden ziyade nasıl söylediğiniz önemlidir…” dedi Yaman’a bakarak. “Toplantımız burada bitmiştir. Hepinize kolaylıklar dilerim…”
Yaman kimseye bir şey söylemeden hızla merdivenlerden indi. Büyük binanın kapısından çıkar çıkmaz bir sigara yaktı. Daha yarısındayken fırlatıp attı ve yürümeye başladı. Ne zaman kendini yalnız ve çaresiz hissetse, şehir merkezindeki kalabalıklara karışırdı, yine öyle yaptı.
Güzel Sanatlardan mezun olduktan sonra resimden ve heykelden onu koparmayacak, eh yaşamasına da biraz olsun imkân sağlayacak her işin peşinden koştu. Ama o işlerden aldığı parayla İstanbul’da yaşamanın imkânı yoktu. Bu düşüncelerle yürürken, kendine doğru hızla yaklaşan bir gölge gördü. Karşıdan elini kolunu sallayarak gelen iri kıyım adama yol verdi. Ardından sıkı sıkı el ele tutuşmuş genç bir çifte. Bir anda sinirlendi. Kaldırımda bile eğilip bükülen hep oydu. Neden dik duramıyordu? İşinde, ailesinde, ilişkilerinde, hayallerinde. Neden hiçbir zaman öncelik kendi değildi?
“Eeeehh” dedi. Başını öne eğdi ve hızlı hızlı yürümeye başladı. İlk yaklaşan, ayakkabılarından erkek olduğunu anladığı bir çocuktu, Yaman’ın soluna doğru atladı. Birkaç adım sonra bir simitçi arabası Yaman’ın çekilmeyeceğini anlayınca başka yöne çevirdi arabasının burnunu. Az sonra oltasını geriye çeken bir balıkçı, Yaman oradan geçene kadar bekledi oltayı suya fırlatmak için. Yerden gözünü kaldırmadan yürümeye devam ediyordu.
Birtakım yüksek sesler duydu, başını kaldırıp bakmadı. Hızlı ve hareketli bir gölge kendine doğru yaklaştı. İlk kez çekilsem mi ikileminde kalıyordu ki bir şey ona çarpıp arkasına doğru fırlattı. Sırtüstü yere düştüğü gibi kafasını çarptı… Birkaç saniye içinde “İyi misin?” diyen erkekli kadınlı birkaç kişi kolundan tutup oturttular. Ne oldu ne bitti anlamaya çalışırken nefes nefese kalmış yaşlı bir karı-koca yanına yaklaştı.
“Allah senden razı olsun bey oğlum. Ne ara aldı ne ara kaçtı anlamadık. İçinde amcanın emekli maaşı vardı…”
Yaman gülmeye başladı. Çoğu başını vurduğundan sandıysa da o kendi ilacını bulmuştu. Dik durmuştu. Ve onun dakikalar süren dik duruşu bile, en yakındaki kötülüğün düşüşü olmuştu. Yüzündeki gülümseme, eve gidene kadar devam etti. Aynı gülümsemeyle istifa mektubunu yazdı, mailledi ve uzun zamandır başına geçmediği tuvalin başına geçti.