Çocukluğuma dair net hatırladığım nadir mutluluk anlarının en başında gelirdi köy eğlenceleri. Yalnız ve küçücük dünyamı aydınlatır, kalbimi hiç hissetmediğim kadar mutlulukla doldururdu. Köyümüz Artvin iline bağlı Ballı Üzüm köyüydü. Yeşille mavinin iç içe geçmiş güzel tonlarıyla, yüksek ve bol oksijenli yaylalarıyla bereketli toprakları ve yardımsever insanlarıyla adeta cennetin yeryüzünde vuku bulmuş haliydi. İnsanların ve insanlığın bozulmadığı, herkesin evinin kapısını gece gündüz açık bırakıp bir tas çorbasını muhtaç olanla paylaştığı güzel yıllardı.
Dededen kalma harabeyi andıran küçücük evimizde, beş nüfus hayata karşı yaşama tutunmak için adeta büyük bir mücadele örneği gösterirdik. Babamızın yokluğunda abim evin baba rolünü üstlenmiş, çocukluğunu yaşayamadan küçücük haliyle evin direği olmuştu. Babam sadece küçücük bir çerçeveden fotosuna bakıp, tanımaya çalıştığım çok uzak ve yabancı bir yüzdü benim için, küçükken çocukluk rüyalarıma giren, baba adını duyduğumda kalp sızısına ve burukluğuna yer açan, annemin bizi üzmemek için hep güzel anılarla bahsettiği bana çok yabancı olan kişinin adıydı.
Annem üç çocukla kadın başına, bir dağın tepesinde unutulmuş bir köyde yaşam mücadelesiyle bir destan yazmıştı. Annemin kendinden bile sakladığı o güzel ve minyon yüzünü, çizilmiş de öyle yaratılmış gibi duran yeşilin en güzel tonu gözleri aydınlatıyor, yanaklarının al al rengi ve çilleri onu mahcup ve daha da genç gösteriyordu. Bunca yokluğun ve zorluğun içinde ailecek bir arada olduğumuz ve yaptığımız tek aktivite köye uzak şehirlerden gelen çalgıcı takımının eğlencelerine katılmaktı. Böyle zamanlarda büyük köy meydanı, bu eğlencelere coşkuyla ev sahipliği yapardı.
Köy meydanını akşama doğru dolduran gereksiz kalabalık, sanatçıları daha da yakından görmek ve ön sıraları kapmak için amansız bir mücadeleye girişirdi. Sahnenin arka fonu, uzun sedir ağaçlarıyla bütünleşen masmavi gökyüzünün kapladığı ve yıldızların adeta yeryüzüne inerek bu eğlenceli geceye şahitlik yaptığı müthiş bir görsel şölen olurdu.
Sahnenin hemen önüne itinayla dizilen, köy kahvesinden ödünç alınan boyası gitmiş kırık dökük sandalyeler, gecenin güzelliği ve büyüsüyle küçüklük dünyamda adeta renk değiştirir ve benim için vazgeçilmez büyülü bir dekor oluştururdu. Meydana sıra sıra dizilen rengârenk ışıklarla, gündüz makyajsız bir yüz gibi duran soluk, renksiz, ölü gibi meydan, yerini gelinlik kız gibi canlı ve ışıl ışıl bir ortama bırakırdı.
Genellikle dört çalgıcı olurdu böyle gecelerde, bazen önde bir solistin olduğu ve şarkılara eşlik ettiği geceler de olmuyor değildi. Klarnet, keman, davul ve teften oluşan mini orkestra dinleyenleri o minicik zaman diliminde mest ederdi. Slow tabir edilen yavaş ve acıklı şarkılarda herkesin gözleri dolar ve herkesin elindeki mendiller tek tek ıslanırdı.
Özellikle o acıklı ve insanın içine işleyen klarnet sololarda meydandan tek bir çıt çıkmaz, herkes kayıplarına, hasretliklerine, yaşanmışlıklarına ve acılarına ağlar, sessiz sessiz gözyaşlarını içlerine akıtırlardı. Yıllar sonra klarnet sesini her duyduğumda içimin ürpermesi ve sonsuz bir acının gelip yüreğime oturması hep çocukluğumun anlarından ibaretmiş.
Klarnet klarnetçinin nefesiyle yaşam buldu mu, notalar en tiz seslere çıkar ve bütün o ezgiler hepimizin yüreğinin çığlığı olup bedenimizden taşardı. Daha hızlı ve eğlenceli melodilere geçildiğinde sandalyelerde tek kişi kalmaz, koca köy meydanında herkes karşılıklı göbek atardı. Müziğin bitmesiyle meydandaki bütün renkler ve sesler yok olur, adeta bütün köy bir anda sessiz bir inzivaya çekilirdi.
O ihtişamlı ve güzel kalabalık, yerini sessizliğe ve mutsuzluğa bırakırdı. Seneler sonra, annemin zarif ve narin bedeni bir tahta parçasının içinde, üzerinde en sevdiği yazmasıyla son bir kez o meydana getirildiğinde, gönülde sadece acının ve özlemin sesi, “Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş.” olarak yankılanıp durmuştu.