AYLAK DERGİ

EFLATUN BEY’İN KAYBOLAN HATIRALARI

Yılını hatırlayamadığım, ömrümün son demlerinin o güzel günlerinden birini yaşıyordum. Kafamda senin ilk hediyen olan, kenarları ince şeritli fötr beyaz şapka, elimde kızılcık ağacından yapılma Devrek bastonumla en sevdiğimiz yerdeyim. Denizden gelen rüzgârın eşlik ettiği minik esintiyle, ilk önce kokun sonra da sen geliyorsun Çamlıca tepesinin huzuruna. Müzeyyen Senar’ın o eşsiz sesiyle söylediği, “Elbet bir gün buluşacağız, bu böyle yarım kalmayacak.” parçası eşlik ediyor kalp ağrımıza.

Elimde binbir emek vererek işlediğin, hâlâ kokunu barındıran işlemeli mendilimle, iki çay söylüyorum yılların emektarı garson İsmail’e. Her zamanki muzipliğinle “Abi yengeninki açık olacaktı değil mi?” diyorsun sonra yaptığın şakaya kendin bile üzülerek, “Abim patavatsızlık ettiysem kusura bakma, sadece seni azıcık güldürmek istemiştim.” diyerek özür diliyorsun. “Yok be oğlum ne kusuru, yıllar oldu yengen aramızdan ayrılalı, alıştım artık.” diyorum, elinde yıllardır bedeninin uzvu gibi olan tepsin ve mahcup yüz ifadenle yanımdan sessizce ayrılmanı izliyorum.

Utancımdan alışamadım asla alışamadım, o talihsiz gece seni benden almasaydı, bu mendil yerine zarif elini tutardım diyemiyorum. Sen gittiğinden beri geceleri hâlâ uyuyamadığımı, hatıralarımızın yerinde enkazdan başka bir şeyin kalmadığını, gözümü kapadığım her an seni benden ayıran o korkunç sarsıntıyı yaşadığımı, üç gün boyunca göçük altında çaresizce cansız bedeninle el ele umutla durduğumu kimselere söyleyemiyorum. Uykuya daldığım nadir gecelerde gördüğüm rüyaların, karanlık girdaplarında kaç kez kaybolduğumu, o anları tekrar yaşayıp ölmeden mezara girdiğimi kendime bile anlatamıyorum. 

“Eflatun Bey merhaba, nasılsınız? Çok uzun zaman oldu sizi buralarda görmeyeli.” diyen tanıdık bir ses geliyor kulağıma aniden. “Ooo, Naci Hocam, kaç yıl oldu sahiden görüşmeyeli ne hoş bir tesadüf, buyurun bir çayımı için.” diyorum. “Bir arkadaşımla buluşacağım ama erken geldim sanırım bir acı kahveni içerim.” diyor Naci Hoca ve karşımda senin hatıralarınla süslü sandalyeyi, hantal ve geniş gövdesiyle yavaşça kaplıyor.

“Çok mahcubum sana Eflatun Bey, eşinin ölümünden sonra bir telefon bile açamadım, başın sağ olsun nurlarda yatsın çok zarif bir hanımefendiydi.” diyor elimde tutup kokunu duymak için sürekli burnuma götürdüğüm, bana kalan tek yadigârına hüzün içerisinde bakarken. O zarif hanımefendinin elimde bir fotoğrafı bile kalmadığını, o gülen yüzünü hayallerimde yaşattığımı söyleyemiyorum.

“Şükür çok iyiyim, toparladım kendimi zaman her şeyin ilacı acıların bile, hatıraların güzelliğiyle yaşayıp gidiyorum, hangi acı sonsuza dek sürüyor ki, yoksa ölmemiz lazım değil mi ama hocam?” deyip gülümsüyorum sanki yaşıyormuş gibi ve dumanı üstünde tavşankanı çayımdan bir yudum almak için sabırsızlanarak hızlı hızlı çayımı karıştırmaya başlıyorum.

Masanın bana benzeyen, bir ayağı çukurda kırık ayağını hesap etmeyerek bardağı karıştırdıkça, bana o talihsiz anı hatırlatan zangır zangır titremesine engel olamıyorum. İlk önce yerdeki kum taneleri büyük bir toz bulutu oluşturup, adeta göz gözü görmez oluyor, sonra o kötü gecedeki gibi büyük bir gürültü kopup, yerle gök birbirine giriyor. Genç çağlarımda yaşamın coşkusuyla atan kalbim, son demlerimde sadece ne yazık ki korkudan deli gibi atıyor.

“Eflatun Abi, geçti sakin ol hiçbir şey yok, sadece masanın ayağı kırıkmış o yüzden sallandın güzel abim, gel seni yavaşça çıkarayım, ver gücünü bana abim korkma” sesleriyle iki büklüm kalıp, iri cüssemle sıkıştığım küçücük masanın altından bana göre büyük bir kahramanlıkla kurtarılıyorum.

Kendime geldiğimde gün akşama dönmüş, öksüz gibi kalan sandalyeler çoktan ters yüz edilip masaların üstüne bir güzel istiflenmişti. Gün bitmeden bir elimde bastonum, bir elimde sen kokan mendilimle artık olmayan hayali evimize doğru yavaş adımlarla, bir gemi misali sessizce yol alıyorum.

Abone Ol

Yeni sayılarımızdan haberdar olmak için
ücretsiz abone olabilirsiniz.