Kaç çocuk öldürdün bugün?
Hangimizin ruhundan, bedeninden ya da düşlerinden bir parça kimseye duyuramadan koptu?
İstanbul! Ağır aksak, yorgun ve bir o kadar da evlatlarını doyurmaya ant içmiş koca şehir. Bedeni, milyonlarca kişinin yaşam mücadelesinde vücut bulmuş. İçindeki hava dolu boşluklar kanayan yaralarla dolmuş; titrek, acımtırak ve keskin bir koku kentin havasında pusarken; sesi, küçük yaşta çalışmak zorunda kalan çocukların dinmeyen haykırışlarından doğmuş. Bu ses öyle içine işlemiş ki, zamanla sükûtun sesi olmuş. Umudu sinmiş siste, ışığı ise her sıçrayışta bir karanlık bulmuş.
Bir yığın taş, gün doğumsuz sabahlarda ve gecenin o karanlık, solgun ışıkları altında, her gün eziliyor. Ayaklarım o yöne öyle alışmış ki, başka yerlerin hayaliyle yürürken bile, aynı saatte hep o yerde. Şaşıyorum! Ruhum başka yerler isterken, bedenime neden yetişemiyorum? Atölyenin kırık merdivenlerinden yukarıya, basamak basamak dikkatle çıkıyorum. Demir kapının gıcırtısı, kapının hemen üstünde asılı duran çanın sesine karışıyor. Bu ses, sadece işe giriş-çıkış saatlerinde duyuluyor, ayrı bir zamanda duyulan o ses; bir alarma işaret ediyor. O zaman Kemal abi: “Hemen çuvalların altına saklanın.” diyor. Atölyeden içeriye sessizce adımımı atıyorum. Yerde bağdaş kurmuş arkadaşlarıma bakıyorum.
- Günaydın, afiyet olsun arkadaşlar.
- Sağ ol kardeş, gel birlikte olsun.
Gazete üzerine serilmiş, siyah zeytin tanelerine bakıyorum, sonra gözüm bir kibrit kutusu büyüklüğünün çok gerisinde, belki sadece bir küp şeker büyüklüğündeki peynir parçalarına kayıyor. Kaldırsam baksam, altından öğrenmeye fırsat bulamadığım harfler çıkacak, ağzıma alsam peynirin tadından daha çok gazetenin tadını alacağım, YİYEMİYORUM.
– Teşekkür ederim arkadaşlar, sabah çok yemişim.
Ama daha sonra, çoğu sabah evden hiçbir şey yemeden çıktığım aklıma geliyor.
“Haydi iş başına!” sesi koridorda yankılanınca etraf çabucak toplanıyor ve hepimiz birbirimizden kopuk bir şekilde işimizin başına oturuyoruz. İşimiz; bu daracık, sıvası dökülmüş, rutubetli odada ahşaptan oyuncaklar yapmak! O oyuncaklara her gün dokunurken içim gidiyor ama başka çocuklar gibi oynayamayacağım, çünkü onlar bana ait değil. Biliyorum.
- İhsan! Yine çok dalgınsın be oğlum, haydi seri ol!
- Hakkını helal et Kemal ağabey, devam ediyorum hemen.
Derken, son zamanlarda her şeyi sorgulamaya başladığımı fark ediyorum. Büyüyor muydum? Gerçi ne zaman çocuk oldu ki büyümeye hazırlansın bu İhsan? Korkuyorum, beni anlıyor musunuz? Korkuyorum. O mini testere bıçaklar her döndüğünde titriyorum. Gözümün önünde kaç çocuğun parmağı bu testere yüzünden koptu, sayamıyorum. Ya diğerleri, diğerlerine ne oldu?
Erol henüz dokuz yaşında, suskun. Ona verilen işi kavrayamadı, defalarca şiddet gördü, haklıydı ama derdini anlatamadı, içine kapanmayı seçti, kendisine olan güvenini de tamamen kaybetti. Kadir’in seslerini işitiyor musunuz? Bakın, eli bir makinenin altında kaldı, acı içinde çırpınıyor. Kendisinden ağır bir yük taşıyan ve altında ezilen, boyu bu yüzden kısa kalan o çocuğu fark ettiniz mi? İsmi önemli değil, çünkü onlar hep içinizde, az önce onlardan biri hemen yanınızdan geçti. Uzaktan gördüğünüz ve onlara illet olduğunuz “Boyundan büyük laflar ediyor, terbiyesiz!” dediğiniz o çocuklar var ya! İşte o çocuklar, çocukluğunu hiç yaşayamadan ergenliğine törensiz bir geçiş yaptı. Boyuna posuna bakmadan konuşan Abdullah, Ahmet, Mehmet ya da diğerleri bugün, küçük bedenlerinin altında, büyük olduklarına inandırıldı.
Çocukluğumuz yaşamsız kaldı, ağır bir yükün altında kalmış ruhumuz ise, bizim yetişkin olduğumuza inandı.