Arkamdan atlı kovalıyormuş gibi yürüyordum. Sürüklenircesine yavaş olan ruhumla hızlı adımlarımın tezatlığı arasında kıvranırken kendimi şaşkın bir şekilde ona bakarken buldum. Rengârenk ve sıra dışı görüntüsünün etkisi altına girmemek imkânsızdı. Kaliteli ve modern duruşuyla beni görür görmez cezbetmişti. Elimi uzattığımda “yoğun bakım içeren özel yapısıyla saç kırıklarına ve dökülmelerine kesin çözüm” diyordu allı pullu ambalajında. Üzerinde yazılanları birkaç kez daha dikkatlice okuyup kendimi kalp kırıklarına ve ruh dökülmelerine iyi gelen başka bir alternatifi olup olmadığını düşünürken bulmuştum.
Günümüz toplumunda herkesi iyileştiren, güzelleştiren bir sürü ürün çıkmıştı. Üç günde beş kilo verdiren haplar, bir hafta kullandığınızda sizi genç kızlığınıza götüren mucizevî kremler, sizi bir dost gibi sarıp sarmalayıp incecik gösteren elbiseler, yoğun bakımıyla saçınızı rapunzele dönüştüren sihirli şampuanlar, her şey vardı bu yapay dünyada. Bir tek insanların yıpranmış ruh dünyalarına yoğun bakım yapacak, ruh kırıklarını kesip alacak ve ruhumuzun dökülüp saçılan kısımlarını toplayacak mucizevî bir ürün hâlâ bulunamamıştı.
Can ile ayrılalı daha üç hafta olmuştu ama üzerinden üç asır geçmişçesine yıkılmış, depresyonun yükselen merdivenlerine ilk adımımı atmıştım. Arayacak diye kendimi kandırmakla geçen birinci hafta, aklıma her geldiğinde beddualar okuyan iç sesimle mücadele ettiğim ikinci hafta ve kendimi tamamen depresyonun sıcacık kollarına bıraktığım üçüncü hafta. Terk edilmenin ardından, üzerinde benim gibi bir yükle senelerdir yaşayan köşe koltuğum ve üzerimden hiç çıkarmadığım çizgili pijamamla geçirmiştim onca zamanı. İlişki boyunca bir çöp bile hediye edilmemiş ben, ayrılığın ardından basen bölgemde toplanan dört kilo fazlalık, ağlamaktan ve uykusuzluktan mosmor olmuş gözler ve banyosuzluktan yağ yumağına dönmüş saçlarımla Can tarafından muhteşem bir şekilde ödüllendirilmiştim.
İşin en acı tarafı, çocukluğumdan beri hayatımın tüm kırık döküklerini temizleyen ben, ruhumdaki can kırıklarını bir türlü temizleyememiştim. “Hanımefendi! Hanımefendi! Marketimizin bininci müşterisi olmanızın şerefine ünlü kişisel gelişim uzmanı Avni Bilirişi’nin son kitabı ‘On Günde Güçlü Olma Sanatı’nı ücretsiz kazandınız.” diyen kasiyer kızın sesiyle kendime geldim. Arka arkaya patlatılan konfetiler ve diğer müşterilerin alkışları arasında kucağıma tutuşturulan çiçek buketiyle kendimi henüz çok eski olmayan anılarda buldum.
Can ilk randevumuza kucağında en sevdiğim çiçek olan kocaman bir beyaz gül buketiyle gelmişti. Romantik bir film tadında başlayan, arka fonda Barbra Streisand’ın şarkılarının çaldığı o müthiş aşk, zamanla yerini gerilimin eksik olmadığı ucuz korku filmlerine bırakır olmuştu. Hâlâ kabul etmek istemesem de dönüşü olmayan bir yolda acımasızca ortada bırakılmıştım. Aslında geçmişe dönüp baktığımda tüm suçun kendimde olduğunu net bir şekilde görüyordum. Aylarca o yoga salonu senin, bu spor salonu benim Allah’ın cezası Can’ın beğenmediği vücudumu ve yüzümü şekle sokmaya çalışırken ruhumun şeklini bozmuştum. Ruhumu örselemiştim ve en önemlisi kendime duymadığım saygıyı bir başkasından bekler olmuştum.
Bu düşünceler yumağında, dipsiz bir kuyudan gelir gibi derinden gelen bir sesle sanki yüzyıllık bir uykudan uyandırıldım. Altın varaklarla süslü, uzunca koltuğa boylu boyunca uzanmış halde, psikoloğumun garip bakışlarıyla kendime geldim. “Melek Hanım seansımızın sonuna geldik, diğer seansa kadar ilacınızın dozunu artırıyorum. Xanax’ınız sizi şefkatli bir anne gibi koruyup kollayacak, diğer seansa kadar bulutların üzerine davet edip kendinizi müthiş hissetmenizi sağlayacak.” derken dudaklarım radyodan gelen o enfes şarkıya eşlik etmeye başladı. “Ağlama değmez hayat bu gözyaşlarına…”