AYLAK DERGİ

SON YAZ

Lodosun, insanın üzerine Azrail gibi çöken o kasvetli ve puslu havasını oldum olası sevmişimdir. Ben de bir zamanlar lodos gibi değil miydim; asi, hırçın ve başına buyruk. İnsanın varoluşundan beri, benim gibi değişebilmesi ne kadar acı verici. Allahtan artık gençlik yıllarım gibi yaşamak için direnmiyorum. Feri kalmayan göz bebeklerimle adanın o uçsuz bucaksız güzelliklerine dalıp gidiyorum ve yüzüme her zaman ki güz hüznünün yansıdığını hissediyorum. Her yeri rutubet kokan bu köhne binayla birlikte, beni de çaresizce çürümeye bırakmışlar, şimdi daha iyi anlıyorum.

Belleğimin en özel yerinde saklı olan o yaz, ansızın çıkıp geliveriyor aklıma. Adanın arka fonda tablo gibi duran güzellikleriyle, senin o eşsiz suretin muazzam bir görüntü oluşturuyor. Her zaman ki yerimizdeyiz; Hriston’un yerinde, güneşi en güzel batırdığımız yerdeyiz. Havadaki anason kokusu sözcüklerimize siniyor, rahatlıyoruz. Ortamın sıcaklığına tezat buz gibi rakılarımızı yudumlarken bir söz veriyoruz birbirimize, daha doğrusu ben veriyorum o sözü; ölene kadar ayrılmayacağız. Beni bir girdap gibi içine alan gözlerine bakıp “Evlen benimle!” diyorum ve bu iki sözcükle mutluluktan nasıl ölünürmüş o an anlıyorum. Kocaman gözlerini, alkolden kıpkırmızı olan suratıma çevirip her zamanki ruhsuz halinle “Dur bakalım şu yazı bir atlatalım, kısmet.” diyorsun. Rakı kadehini sonuna kadar kafana dikip ayın denize yansıyan gölgesini izlemeye koyuluyorsun. 

Elimden gelse o küçücük an’a kendimi ölene kadar hapsedeceğim, öyle mutluyum ki, tüm dünya bilsin istiyorum sana olan aşkımı. Meyhanenin üç-beş masa alan yerinden kalkıp deli gibi bağırıyorum boğuk sesimle “Ben bu kadını tüm kalbimle seviyorum, hem de deli gibi seviyorum.” Tüm masalar bizi çılgın gibi alkışlıyor hatta kadehlerini bizim için kaldırıyorlar. 

Sonra dönüp sana bakıyorum ve o an, anneme ne kadar benzediğini fark ediyorum. Annem de inanmadığı ya da yapamayacağı bir şey olduğunda söz vermek yerine “Yaz bir geçsin de bakarız derdi.”, yaz annem için çabuk geçirilecek bir şeydi. Benim içinse yaz dünyadaki tüm güzelliklerin toplandığı tek mevsimdi. Yaz gelince ailecek toplanır, soluğu Refika teyzemlerin adadaki evinde alırdık. Görenlerin, taşınıyoruz sandığı iki araba eşyayla güya misafircilik oynardık. Kadınlar, güzel bir temizliğin ardından bahçede kurulan o şölen gibi masaların yemeklerini hazırlarken biz çocuklar da elimize aldığımız atıştırmalıklarımızla doğruca sahilin yolunu tutardık. Tuzlu su derimizi buruşturup gün yerini karanlığa bıraktığında büyük bir mutlulukla Refika teyzemlere geri dönerdik.

Annemi Faruk amcayla ilk kez,  çocuk bedenime uykunun denizden daha tatlı geldiği, aile eşrafıyla denize gidemediğim o gün görmüştüm. Annem, evde olduğumu bilmemenin verdiği rahatlıkla, mutfakta dudaklarından öpmüştü Faruk amcayı. Dudaklarından dudaklarına zehir akıtır gibi ellerini saçlarında gezdirirken “Seni çok seviyorum, seni Refika’yla görmeye artık katlanamıyorum, her gün ölüyorum bitsin artık bu iş gidelim.” diyordu. Faruk amca da “Sabret canım, çok az kaldı. Gideceğiz buralardan, çok mutlu olacağız, lütfen azıcık sabret.” deyip sıkıca sarılıyordu annemin beline. O yaz annemi ve Faruk amcayı son görüşümüz oldu. Giderken yalnızca kendilerini değil, koca bir ailenin bütün umutlarını ve neşesini de yanlarında götürdüler. Refika teyzemin o güzelim evi hiç var olmamış gibi sonsuza kadar kapatıldı ve hiçbir şey asla eskisi gibi olmadı.

Sen de bazen annem gibi bakıyorsun, korkuyorum. Sonra ruhumu ele geçiren kuşkuya inat, gözlerine dalıp gidiyorum. Kendimi rahatlatıyorum, bütün kadınlar annem değil, sen hiç değilsin. Meyhanenin o dar, Arnavut kaldırımlarından kol kola, ince bileklerini bir yılan gibi saran topuklu ayakkabılarınla yavaş yavaş yürüyoruz. Yolun sonunda bizi önce dalgaların sesi, sonra da uğruna ölünür dedirten muazzam bir güzellik karşılıyor. Denizin yüzeyi balıkların kımıldayışıyla ışıl ışıl, tıpkı senin yüzün gibi. Ayakkabılarımızı çıkarıp nemli kumlarda çocuksu bir heyecanla yürüyoruz. Sahilin hemen yanındaki eski otelin, kırık dökük şezlonglarına kendimizi bırakıyoruz. O geceden iki ay sonra, beni o işe yaramaz adam için terk edeceğin, çocukluğumu annem, gençliğimi de senin için feda edip hayatımı sefillik içinde bu şezlongda tüketeceğim aklımın ucundan bile geçmiyor.

Yine kasvetli bir lodos sabahına uyanıyorum. Gün doğdu ve ben yine ölmedim, ölmeyi bile beceremiyorum. Sırtımda incecik hırkam, titreyen bedenimle kırk yıldır baktığım manzaraya tekrar bakıyorum. Hava ölümü çağrıştırıyor, onun gibi soğuk. “Üşüteceksiniz, lütfen içeri girin, zaten iyi değilsiniz.” diyor bakışları sana benzeyen hemşire. “Ben zaten ölüyüm, ruhum çoktan öldü.” diyemiyorum, sadece yavaşça başımı öne eğip çocuk gibi “Tamam.” diyorum. Hemşirenin koluna girip Heybeliada Sanatoryumu yazan tabelanın altından geçiyorum. Büyük bir yalnızlık içinde ölümü bekleyeceğim karanlık ve sefil odama doğru büyük bir kararlılıkla yürüyorum.

Abone Ol

Yeni sayılarımızdan haberdar olmak için
ücretsiz abone olabilirsiniz.