AYLAK DERGİ

ECEM GÜNAYDIN

İSTANBUL MESNEVİSİ

Ey İstanbul!

Sana bu şiiri hastanelerin acil servislerinden,

yoğun bakım odaları ağzına kadar dolduğu için

hastaların ambulanslarla başka hastanelere taşınırken çıkan siren

ve trafikteki diğer araçların korna sesleri

ve aralarından geçmeye çalışan insanların itiş-kakışları

ve kuru öksürükleri içinden yazıyorum!

Sana bu şehrin tam kalbinden,

yani taşrasından,

gökdelenlerin arasında iyice küçülmüş mahallelerinden sesleniyorum!

Bir sokak aşağıda

cenazesini henüz kaldırdıkları

yirmi yaşında şehit olmuş çocukları için yas tutan bir aile,

hemen yanındaki karakolda

bir terör saldırısına – bir patlamaya–

kurban gitmekten endişelenen genç bir polis,

bir üst sokakta

sırf Alevi, Ermeni, Yahudi, Kürt ya da başka bir kimlikle doğduğundan

evinin işaretlenmemesi için Tanrı’ya yakaran bir anne,

hemen ardında

kahve çıkışı yirmi yıllık karısını ‘namus’u adına öldürdüğü için kaçmaya hazırlanan bir koca

ve

onun komşusu bir gazeteci-yazar;

yazdıkları için her gece birilerinin gelip onu alacağını bekleyen,

koca bir adam

var.

İstanbul,

sen biliyor musun,

bir erkeğin başka bir erkekle yapabileceği en güzel şeyin dövüşmek olduğunu kavrayan adamların

ellerine aldıkları sopalarla dışarı çıktığı gece,

kasıklarının arasındaki yükten kurtulup,

göğüs ameliyatı olmak için

Tarlabaşı Bulvarı’nda teslim olmaya razı adamların gecesi

ve bilmeden bir ‘dönme’ye tutulmuş,

evin en büyük çocuğu Müslüman gencin

çektiği sıkıntıdan gittiği her yerde kapıya yakın oturacağı birahanelerin yolunu tuttuğu gece

aynı gecedir aslında.

Ülkesindeki savaştan kaçıp burada saat satmaya razıyken,

Eminönü’nde evini paylaştığı arkadaşlarının refahı için

kafes dövüşlerine başlayan zenci genç

ve

gerçekleşmeyecek bir devrim için sokaklarda bildiri dağıtan;

ayda bir defa kasaptan et alıp, onu da yemeye kıyamayan

‘Che’ tişörtlü, üniversite öğrencisi

ve

küçükken sevdiği kıza yazdığı şiirleri asker babasından saklayan;

yeni bir şiir yazacağı zaman

–belki bir şiir gecesinde okuyacağı bu şiirle bir kadınla yatma fırsatı bulacağını da düşünmesiyle–titreyerek gözleri kararan genç şair

ve

hangi dinden, hangi partiden, hangi takımdan, hangi hangiden taraf olması gerektiğini düşünmek istemeyen;

kıçındaki zincir, kulağındaki küpe ve vücudundaki dövmeler yüzünden

kız arkadaşının yanında yürürken durdurulup

ayakkabısının içine kadar mal arayan polisin utandırdığı özgür ruh

ve

hayalinde hiç ayak basılmamış bir yere gitmek olmasına rağmen

her gün binlerce kişiyle aynı sokaklarda, aynı caddelerde, aynı meydanlarda yürüyen dalgın, düşünceli ergen

ve

duvarlarında kocaman Türk bayrağı ve Atatürk resimleri asılı bir spor salonunda

kendisi gibi dört yüz kişiyle birkaç haftalığına misafir edilen-

kıştan sonra umutsuzca nereye gideceğini düşünen evsiz

ve

Karaköy kerhanelerinin yüksek demirli kapılarının ardından içeriyi görmeye çalışan

henüz reşit olmamış, bakir çocuk –sokakta gördüğü bazı kızların altında ‘ten rengi çorap var mı yok mu’ diye merak edenle aynı çocuk–

ve

gene daha on dört yaşında olmasına rağmen dünyanın yükünü omuzlarına almış,

parmaklarının arasında sigara tutarken çalışmayı –hayatı– öğrenen delikanlı

ve

bu delikanlının

yerin üç yüz metre altında kömür kazarken

Adalar’a kalkan bir gemide olduğunu düşleyen maden işçisi babası

ve

onun

bir Cumartesi gecesi İstanbul’unda eğlenmeye çıkmış insanların

kendisini iyice yalnız hissettirdiği

bir başka dalgın, düşünceli taksici arkadaşı

aynı kişidir aslında.

Düzüşmek uğruna İstiklal Caddesi’ni defalarca baştan aşağıya turlayan bir erkek topluluğu

ya da

cigara bulamadıkları için art arda attıkları haplarla bütün bir geceyi terleyerek geçiren;

sabahında yürürken başları önde-

yerde izmarit ya da bozuk para arayan işsiz adamlar,

Cihangir’de ‘belki ünlü olurum’ düşüncesiyle yönetmen bozuntularını elden ağza dolaştıran on sekizlik çıtırlardan

ya da

konser için Amerika’dan Ortadoğu’ya gelen bir müzisyenin faydasızca heyecanlandırdığı,

kendilerini belki hiçbir zaman gerçekleyemeyecek kentli soytarılardan

ve

gün boyunca yaşadıkları –birbirinden tamamen bağımsız ve birbiriyle tamamen aynı– ‘trip’leri konuşan junkieler

ya da

dizleri bir çocuğunki gibi yara bere içinde olan hippi kızlardan

çok da farklı değildir aslında,

İstanbul…

Öz amcasının tacizine uğradıktan sonra onun ayıbını örtmek için kapanıp,

Tanrısı için günde bin vakit secdeye varan genç kız

ve

Aksaray’daki ‘Umut’ pavyonunda içtiğinden kendisine de söyleyecek erkeğini arayan konsomatris

ve

Üsküdar’ın ara sokaklarındaki sinagog ve kiliselerin yamacında yükselen minarelerin altında

kenar mahalle çocuklarıyla pet şişeyle maç yaptıktan sonra onlara kola ısmarlayan rahip

ve

şehrin bir başka yıkık-dökük, eskice sokağından geçen satıcıların üzgün bağırışlarını taklit eden yaşlı teyze

ve

Dolapdere Caddesi’nin hep aynı köşesinde

gözüne kestirdiği insanları korkutmak için saklanarak zihinlere tüneyen Deli Zevro

sensin aslında,

İstanbul!

Burası benim sokağım İstanbul;

ibnelerhaydutlarzencilerpezevenklersarhoşlargöçmenlerpunklarfahişelerAIDS hastalarıberduşlardervişleryetimlersakatlarobezlermahkûmlarsoytarılardeliler,

anlayacağın ötekiler;

yani hepimiz

burada birlikte yaşıyoruz.

Sen de bir çayımızı içmek istersen eğer,

her zaman kapımız açıktır,

herkese,

her şeye.

Abone Ol

Yeni sayılarımızdan haberdar olmak için
ücretsiz abone olabilirsiniz.