AYLAK DERGİ

metin zakoğlu

GÜRÜLTÜLÜ PATIRTILI BİR HİKÂYE

1994 senesinin hatırlamadığım bir ayı idi, ama ben o yılın o ayını hep Savaş Dinçel ayı olarak hatırlarım. Buraya tekrar döneceğim ama küçük bir parantez açarak bu ayın, bu ismin aklıma neden, nasıl ve niçin geldiğini anlatmak isterim. Üstelik bu parantezin içine, bugün 83 yaşında mahkeme kapılarına davet edilen, “Bunun için üzgün müsünüz?” diye soran bir gazeteciye, “Tam tersi memnunum, kendimi savunabildiğim için ve savunurken yanlışlıkları tekrar göstermeme fırsat verdikleri için” diyen Genco Erkal’ı da almak isterim. Çünkü bugün varsam ve onca korkak içinde hala korkmadan, omurgalı olarak mesleğimi yapabiliyorsam bunu en çok Genco Erkal’a borçluyum. 

Tam bir yıl geriye dönüyoruz, yıl 1993 ve mevsim tiyatro mevsimi… Ben 21 yaşında gencecik bir tiyatro öğrencisi… Tevfik Gelenbe Konservatuarı’nda ki bizim için gerçek bir konservatuardı o okul, orada heyecanlı bir öğrenciyim. Genco Erkal ise Muammer Karaca Tiyatrosu’nda Bir Delinin Hatıra Defteri adlı oyunu ile harikalar yaratıyor, herkes onu konuşuyor. O zaman tiyatro yazan gazeteler var ve köşe yazılarında hep Genco abi konuşuluyor. Oynadığı o efsane oyuna yer bulunmuyor, yer bulduğum ilk gün Muammer Karaca Tiyatrosu’nun balkonunun en arkasında bir koltukta izliyorum Genco abimi ve Bir Delinin Hatıra Defteri’ni… Soluksuz, tek nefeste oynuyor Genco abi, aklım gidiyor, nefessiz kalıyorum, hayal kuruyorum o oynarken, kendimi onun yerine koyuyorum ve ben o oluyorum birden bire, o ise ben. Ben oynuyorum ve Genco abi beni izliyor, Bir Delinin Hatıra Defteri’ni izlerken… Dönelim şimdi 1994 senesine, Muammer Karaca Tiyatrosu ve ben Bir Delinin Hatıra Defteri adlı oyun ile sahnedeyim, en önde izleyenler arasında ise Genco Erkal. Bu hikâyeyi nasıl başardığımı “Bana bir yalan söyle” adlı kitabımda anlattığım için geçiyorum. Kafamda Genco abinin perukası, arkamda onun dekoru ve önümde Genco Erkal… Sadece o mu? Hayır, kendi geldiği yetmemiş gibi arkadaşlarını da çağırmış, kimler yok ki en ön koltukta… Haluk Kurtoğlu, Müşfik Kenter, Tomris Oğuzalp, Gencay Gürün, Hakan Altıner, Salih Kalyon, Gülriz Sururi… Heyecandan ölmem gerekirken ben oynuyorum, bir şekilde bitiriyorum oyunu ama ben de bitiyorum tabi ki… Sahneye ilk olarak ustam Tevfik Gelenbe geliyor, beni tebrik edip küçük bir konuşma yapıyor, peşinden Genco abim geliyor, unuttuğum yerleri anladığını söylüyor oyunun asıl sahibi, gülüyoruz. Anlımdan öpüyor beni ve salona alkışlatıyor. Perde bu kez ikimizin üzerine kapanıyor. Kulise girdiğimde Şehir Tiyatroları’ndan henüz ayrılmamış olan efsane Genel Sanat Yönetmeni Gencay Gürün ile karşılaşıyorum. “Ben Şehir Tiyatroları’nın genel sanat yönetmeniyim sizi yarın tiyatroya başvurmanız için ziyaret etmek istedim.” diyor. “Anlamadım” diyorum şaşkınlıkla, “Yani, senin şehir tiyatrolarında olman gerek diyorum.” diye yeniliyor, “Ama ben konservatuar mezunu değilim.” diyorum, “Olsun.” diyor, “Bir seçme yapılacak çok yakında, sen dilekçeni bana getir, sınavı geçersen konservatuarın orası olur.” diyor. O gece sabaha kadar uyumuyorum, sabah ilk işim dilekçemi götürmek oluyor. Birkaç gün sonra sınav günü tarihi veriliyor. Prendellonun Ağzı Çiçekli Adamoyunundan bir bölüm ile giriyorum sınava, jüride hayran olduğum onca oyuncu yönetmen… “Hangi parçayı hazırladınız?” diye soruyor tok sesi ile Toron Karacaoğlu, heyecanla Prendello diyeceğime saçma bir şey söylüyorum, kahkahalar atan bir erkek sesi geliyor sahneye, “yok yok Pavarotti o” diyor ses benimle eğlenerek, yüzüme vuran ışıktan zar zor seçtiğim yüzü algılamaya çalışıyorum. Yanılmamışım Savaş Dinçel’in sesi o ses. Perde sanki o an yüzüme kapanıyor, oyunu da oynayamıyorum. “Tamam” diyor Gencay Hanım, “Çıkabilirsiniz.” Kesin kazanamadım, zaten bir kişi için mucize de bu kadar art arda gelemez ya diyerek kendimi teselli edip evime dönüyorum.

Üç beş gün sonra evde otururken telefon çalıyor, “Ben sizi İstanbul Şehir Tiyatroları Müdürlüğü’nden arıyorum, sınavı kazandınız.” diyor karşımdaki ses, “Sahne direktörlüğüne şu evraklarla gelmenizi istiyoruz.” diye devam ediyor. 68 model vosvosuma atlayıp hemen evrakları toparlayıp Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin arkasındaki sahne direktörlüğüne gidiyorum. Evrakları veriyorum, sonrası nasıl gelişecek diye düşünürken sahne direktörü Münir Kutluğ elime bir tekst tutuşturuyor, “Yarın ilk provan evlat hayırlı olsun, rolün provada belirlenecek ama sen oyunu oku gel” diyor. Yahu ne oluyor, her şey birazdan sona erecek rüya mı diyorum içimden. Tekstin üstüne bakıyorum kimin oyunu diye, o da ne tekstin üstünde  “Yazan Savaş Dinçel” yazıyor. Hani, o sınavda yazarın adını doğru söyleyemediğim için benimle eğlenen Savaş Dinçel… Oyunun adı “Gürültülü Patırtılı Bir Hikâye”. Demek ki her şeye rağmen beğenmiş beni ve yazdığı oyunda oynamamı istemiş. Ertesi gün provada bütün gün beni Pavarotti diye çağırıyor yanına Savaş Abim. Oyun bir Shakespeare hikâyesi, muhteşem yazılmış bir özgün oyun, kadro muhteşem; Kamran Usluer, Hümeyra, Kerem Yılmazer, Oya Palay, Binnur Şerbetçioğlu, Taylan Erler. Aslında iki kişilik, canım kıymetlim rahmetli Kerem Yılmazer de dâhil olmak üzere geri kalan tüm ekip tabloyuz… Kerem abim Shakespeare tablosu Ben Shylock, Binnur Portia, Oya Lady Macbeth, Taylan Macbeth portreleriyiz. Oyunun bazı anlarında canlanıp bu şaheser oyunlardan küçük cümleler söylüyoruz. Oyun Kamran Usluer’in şaheser bir Shakespeare tiradı ile başlıyor ve tiradın bir yerinde Kamran abi, “Bizler zavallı aktörleriz” derken eli ile beni gösteriyor, Allah’ım nasıl mutluyum, anlatamam. O an bütün salon onun gösterdiği beni izliyor. O kadar heyecanlıyım ki bir akşam tüm ailemi oyuna çağırıyorum. Oysa rolüm iki kelime ama aklımda bir şey var rolümü büyütebilecek. Oyun öncesi, kulise Kamran abinin yanına gidiyorum ve diyorum ki, “Kamran abi bugün tüm ailem beni izlemeye geldi, hani sen oyunda beni göstererek ‘bizler zavallı aktörleriz’ diyorsun ya, orayı biraz daha belirgin yapsan da ailem beni iyice görse” diyorum. Kamran abi “Merak etme bak nasıl görecekler seni” diyor. Teşekkür edip odama dönüyorum, saçımı sakalımı takıp Shylock makyajımı yapıp tablo içindeki yerimi alıyorum.

Kamran abi giriyor dumanlar içinde sahneye… Alkış, kıyamet kopuyor. Bana doğru yaklaşıyor, “Bizler zavallı aktörleriz” diyerek beni gösterecek ya, bu sefer bana iyilik olsun diye beni göstermiyor, gelip beni itiyor ve ben tablodan aşağı büyük bir GÜRÜLTÜ PATIRTI ile düşüyorum… Salonda büyük bir sessizlik, Kamran abinin yüzünde ise muzip bir ifade, yanımdan geçerken sessizce, “bak baya iyi gösterdim seni” diyor hiçbir şey olmamış gibi. Bu hikâye de darülbeda-i de yıllarca gülerek konuşuluyor.

25 Kasım 2021

Bodrum

Abone Ol

Yeni sayılarımızdan haberdar olmak için
ücretsiz abone olabilirsiniz.