Toprak yola girince arabayla beraber sarsıntısı artan bir şey daha vardı; duygularım. Sartre’ın “İki kentin arasındayım, biri bilmiyor beni, öteki artık tanımıyor.” sözü geldi aklıma. Boğazımdan karnıma doğru inen yumru, midemi harekete geçirdi. Arabamı kenara yanaştırdım. Mayıs ayının ılık havasına attım kendimi. Ama zihnime kazınmış o bahar tazeliğini duyamıyordum bir türlü. Yok oluşun kokusu sarmıştı etrafı. Kollarımı kavuşturdum ve bir zamanlar kardeşimle kaçıştığımız o ağaçları aradım özlemle. Yoğunluğunda yittiğimiz yeşil tonları da azalmıştı birçok şey gibi. İçim ürperdi. Arabama geri döndüm.
Ensemden sırtıma süzülen terler eşliğinde bozulmuş boş yolda ağır ağır ilerledim. Çocukluğumu ve gençliğimi geçirdiğim evin önüne geldiğimde tökezleyerek durdum. Arabamın içinden bir süre anılarımla dolu o mabedi izledim. Dikiz aynasından buğulu gözlerime baktım sonra. Benzim hiç olmadığı kadar sararmıştı. Gücümü toplayıp arabadan indiğimde evin yeni sahibi olduğunu düşündüğüm kadınla göz göze geldik. Şüpheyle baştan aşağı süzdü önce. Sonra yaklaştı. Çocukluğuma açılan o bahçe kapısına iki kolunu yasladı. Kaşlarını kaldırdı:
– Buyurun, kime bakmıştınız?
– Merhaba. Şey… Ben…
Ne demeli, ne anlatmalı bilemiyordum.
– O alçak şirket mi gönderdi sizi?
Beklemediğim ve anlam veremediğim bir soruydu. Düşüncelerim yeterince allak bullaktı. Gözlerim, eskimeye yüz tutmuş evin üzerinde dolaşırken daha fazla uzatmadan söyledim.
– Bu ev bir zamanlar bize aitti. Çocukluğum burada geçti.
Kadının bakışları birden yumuşadı. Yüzünde buruk gülümseme belirdi.
– Ailenizden haberim var. Çok üzgünüm.
– Sağ olun.
Bir müddet sustuk. Susmamız gerektiği kadar sustuk.
-Ben tıkandım. Yapamıyorum. İlerleyemiyorum daha fazla. Belki, dedim, çocukluğumdan kalma izleri tekrar görürsem, eğer yüzleşirsem onlarla artık, yeni bir kapı açılır belki.
– Ah! Sizi çok iyi anlıyorum. Gerçekten… Buyurun lütfen. İsmim Ebru.
Uzattığı ele minnetle karşılık verdim.
– Ben de Özge. Memnun oldum.
Beyazlaşmaya yüz tutmuş uzun sarı saçları vardı. Yüzündeki kırışıklık bedenine çok erken yerleşmiş gibi duruyordu. Oduncu gömleği ve yırtık kotu rahat bir insan olduğunu hissettirdi. Benimse üzerimde çıkarmaya fırsat bulamadığım siyah takım elbisem vardı. Kol çantama sıkı sıkıya tutunarak:
– Bahçenizi gezebilir miyim biraz?
Bahçe kapısını açıp geri çekildi. İlk adımımı atmak boşluğa düşmek gibiydi. Bakımsız bir bahçe ile karşılaşmak karnımın kasılmasına neden oldu. Çantamın sapına daha bir sıkı tutundum.
Çekinerek attığım her adım, çocukluğumla aramdaki mesafeyi daha çok açtı. Annemin türlü sebzeler yetiştirdiği yerleri şimdi otlar bürümüş, sarmaşıklar özgürce her yeri sarmıştı. Kulağım, eskilerden kalma kahkahaları aradı. O seslerin yerinde şimdi elektrikli testere gürültüleri vardı. Daha fazla ilerlemeye gücüm yetmedi. Tam geri dönecekken gözüm kardeşimle oltalar salladığımız, oyunlar oynadığımız, çocukluk anılarımızın bilmeden akıp gittiği nehre takıldı. O an donakaldım. Nehrimiz gitmiş, yerine kurumaya yüz tutmuş bir bataklık gelmişti. Kaybolan bahar kokusunun nedenini o zaman anladım.
– Biliyorum, bahçeniz eskisi gibi değil artık. Az ileriye bir baraj yapılıyor. Şirket bu evi de almak istiyor. Direniyorum. Vermiyorum. Ama gücüm bir yere kadar. Gördüğünüz gibi ağaçlar gitti, tüm sulak alanlar hızla çekilmeye başladı.
İzlere ait umudum yerle bir olurken ona teşekkür ettim. Bahçeden ayrılırken kadın tiz bir sesle:
– Şimdi aklıma geldi. Evimde size ait bir fotoğraf duruyor. Almak istersiniz diye düşündüm.
Elime bir zarf tutuşturdu. İçindekini görmeyi ne kadar çok istesem de fotoğraftakileri bir daha asla göremeyecektim. Bu hisle bir süre bekleyip titreyen elimle zarfı açtım. Yeni aldığımız kırmızı arabanın önünde çektirdiğimiz, az sonra olacaklardan habersiz, dört yüz gülümseyerek objektife bakıyorduk.
– Keşke o gün arabaya binmekten son anda vazgeçmeseydim.
Gücünü yitirmiş ellerimden aileme ait son fotoğraf da kayıp düştü. Bedenimden sıyrılan ruhum, o an doğanın tükenmeye yüz tutmuş rengine karışıp kaybolmayı diledi.