KADERİN KIRMIZI İPİ
Bulutların üzerinden sallandırdığı bacaklarını karnına doğru çekti. Uzun zamandır yerinden kalkmadığını geçirdi zihninden. Ayaklarının üzerinde durdu, parmakları bulutların yumuşaklığı üzerinde süzüldü. Yerlere kadar uzanan sakalını sağ eliyle sırtına attı Tanrı. Asırlardır terk etmediği yerini bir başkasına bırakacak olmanın hüznüyle ağır adımlarla sarayına yürüdü. Bulutların arasında kaybolan kuşlar hızla kanat çırparak sayın duvarlarını oluşturdular. Kapı üzerindeki atmacanın başını okşadı, atmaca kanatlarını araladı ve içeri girdi. Her zamankinden aydınlık olan odasına girdiğinde, bu ışığın kaynağını görmek için can atıyordu. Başını kaldırdı, odanın ortasında yükselen çınar ağacının yaprakları arasından sızan ışık, göz hizasına süzüldü. Kızın yüzü güneşi gölgede bırakacak kadar parlak ve güzeldi. Saçları yıldızlardan oluşan Tanrı adayı sakince ihtiyar tanrının önünde eğildi. Gülümseyerek selamlaştılar ve göğün bittiği yere yükseldiler.
Küçük kız yıldız saçlarını toplayıp bulutların üzerine oturdu. Kırmızı iplerle dolu dünyaya hayranlıkla baktı. Bulutlara ulaşırken Tanrı’nın anlattıklarını düşündü. Her insanın serçe parmağıyla ruh eşine bağlı olduğunu daha önce de duymuştu fakat bunu ilk kez görüyordu. Kırmızı ipleri görebilme becerisi erken yaşta Tanrıça olmasının yolunu açmıştı. Tanrıça olduğundan beri tüm zamansız zamanlarını kırmızı iplerin birbirine dolanmadan ahenkle dans edişini seyretmekle geçirdi. Günlerden bir gün tüm benliği bir soruyla dolup taştı. Madem insanları birbirine bağlayan tek bir ip var, neden başka insanları da seviyorlar? Hatta kaderin kırmızı ipiyle bağlı olmadıkları kişilerle evlenip yuva kuruyorlar! Çocuk bile yapıyorlar! Kimi zaman kaderleri ortak olan insanlar bir kafede karşılaşıyor ama selamlaşmıyorlardı bile. Bu bir kabustu. Dünyanın tüm kaosunun bundan kaynaklandığını düşündü. Bir devrim yapmak istiyordu artık. Evrendeki tüm sevenleri bir araya getirecekti. Bunun için yollar aradı. Düşüncelerini soruları ve felaket senaryoları kovaladı. Bir türlü ne yapması gerektiğini bulamıyordu.
Tüm insanların rüyalarını kontrol etmekle başladı işe. Kaderin kırmızı ipiyle serçe parmaklarından bağlı olan insanların kokusunu çiçeklerin kokusuna karıştırdı, rüyalarının en güzel yerine o insanların yüzünü yerleştirdi. Böylece birbirlerini gördükleri an tanıyabileceklerdi. İsimlerinin, dillerinin, seslerinin önemi yoktu iletişim kurmak için. Fakat bulduğu bu yöntem onu başarıya götürmedi. İnsanlar kendi oluşturdukları etik ve ahlak kurallarını o insanı bulduklarında umursamıyorlardı elbette ama başka bir sorun vardı. Hayatlarındaki diğer insana sevgiyle bağlı oldukları sürece kaderin kırmızı ipinin öngördüğü kişiyi kabul edemiyorlardı. Bu durum ruhsal bunalımlara ve kaosa neden oldu kısa sürede. Böylece genç Kader Tanrıçası yepyeni bir yöntem buldu. İnsanların kırmızı iple bağlı olmadıkları hiç kimseyi sevememesini sağlayacaktı. Bu yeni ve karanlık yol kısa sürede tüm evreni sevgisizlikle kuşattı. Birbirleriyle duygusal hiçbir bağ kurmayan insanlar, bencil ve yok edici varlıklara dönüştüler. Ne yapacağını şaşıran küçük Kader Tanrıçası ihtiyar Tanrı’dan akıl almak istedi fakat buna cesaret edemedi. Çaresizlik içinde ağlamaya başladı. Ağladıkça seller ve fırtınalar koptu dünya üzerinde. İnsanları kurtaramadığı için daha da ağladı. Bir yardım eline ihtiyaç duyuyordu artık. Kader tanrıçalığı işini becerememişti.
Gözyaşları içinde insanlığı izlerken kırmızı iplerden birinin ışıltıyla aydınlandığını gördü. İplerin sahipleri birleşmişlerdi. Heyecan içinde durumu düzeltebileceğini fark etti ve var gücüyle tüm iplerin sahiplerini teker teker birleştirdi. Dünya artık kıpkırmızı ışıldayan iplerle çevriliydi… Kaosun sona ereceğini düşünerek yasladı sırtını güneşe. Fakat huzur içinde geçen zamanını kader ortaklarının arasında çıkan anlamsız tartışmalar bozdu. Artık müdahale edemiyordu. İpler gevşiyor, inceliyorlardı, tutamıyordu. Gözyaşları geri döndü. İnsanlık güneşin yüzünü uzun süre görmedi. Onları kurtarmak için her yolu denedi, anne rahimlerine bebekler yerleştirdi. Fakat hamurunu yoğurduğu ilk bebek doğduğunda dehşete düştü. Bebeğin serçe parmağında kırmızı bir ip yoktu. İnsanlığı yalnızlığa sürüklemişti.
Ağlamaktan halsiz düşen bedenini usulca kaldırıp ihtiyar Tanrı’ya gitti. Olanları anlatmak istiyor fakat nasıl yapacağını bilmiyordu. Meyve ağaçlarıyla çevrili inziva bahçesine girdiğinde ihtiyar tanrının onu beklediğini gördü. Avuç içleri sihirden yoksun Tanrı kucakladı ağlayan küçük Tanrıça’yı. Saçlarının ışıltısı ellerini yaktı, yavaşça geri çekildi. Kızın ağlayan gözlerine bakıp ‘’Sabır, ödüle giden yoldur.’’ dedi. Gözyaşları yüzünde dondu. İnsanlığa bahşedilen bu güzellikten mahrum olduğunun farkına vardı. Kendi zamansız zamanını hoyratça kullanmış, insanlardan öğrenme ve sevme becerilerini bir çırpıda alıvermişti. İnsanların yaptıkları her şeyin, karşılaştıkları her insanın bir nedeni olabileceğini unutmuş, kendi gücünü onların lehinde kullanmıştı. Ne yapacağını bilemez halde yere yığıldı. “Bırak.” dedi ihtiyar Tanrı’nın tok sesi. “Zaman içinde kendi kaderlerine giden yolu bulacaklar.”