Dedem Gazanfer Özcan’ı 2009 yılında kaybettik. O döneme kadar biriktirdiğim anılarımın yüzde doksan beşini ailevi tarafı oluşturuyor.
Dedem, tiyatro sahnesinde o izleyicinin gördüğü komik bir aile babası, bir aile reisi değildi. Daha ağırbaşlı bizim çok da yabancı olmadığımız bir baba figürüydü hem anneme karşı hem babama karşı hem de bana karşı bir dede figürü olarak… Ama dedem ile benim şöyle bir avantajım oldu. Sıkı fıkı dede-torun ilişkisi yaşadığımız için ben, o sertlikleri pek görmedim onda. Aksine her zaman çok keyifli, çok dolu dolu bir zaman geçirdik. Hatta şöyle söyleyeyim çoğu kişi bunu bilmez. Çoğu zaman birbirimize çok yakın yerlerde oturduk. Sağ olsunlar benden uzak olmak istemiyorlardı. Haftanın dört-beş günü tiyatroya uğradığım günler hariç birlikte çok sık vakit geçiriyorduk. Yaz tatillerinde Bodrum’da (Club Flipper) beraber olurduk. Yine Antalya’ya dedem, annem, babam, ben ve nanam (Anneannem Gönül Ülkü Özcan’a Nana diyordum. Çünkü dedemin ikinci eşiydi ama öz anneannemden hiçbir farkı yoktu benim için.) hep birlikte giderdik. Yani aslında kışın, yazın hiç ayrılıksız geçerdi. Onun dışında yazın arta kalan zamanlarında Silivri’de vakit geçirirdik.
Dedemin bana en çok sinirlendiği ve en çok taktığı şey; gençlik ve çocukluk zamanlarımdaki zayıflığımdı. Onunla yemek konusunda çok tartışırdık. Benim fast food yememi istemezdi. Yemek için çok baskı yapardı. On dört, on beş yaşlarımda peşimden yedirmek için koşardı. Yani ben çok şanslı bir torundum. O kadar ilgili bir dede hayatı yaşadım ki, ilköğretimden liseye, liseden üniversite hayatıma, özel hayatıma, aile hayatıma, maddi hayatıma karşı çok ilgiliydi ve destekti. Hem maddi olarak hem de manevi olarak hakkı ödenemez. Hakkını helal etsin bana.
Benim çocukluğum, lise hayatım dedemin vefatına kadar olan zamanım kulislerde geçti. Lise hayatımdayken dedemden harçlık almaya tiyatroya gidiyordum. On altı-on yedi yaşlarımdayım, bir yere gideceğim ve param yok. Bir baktım oyun başlamak üzere. Yetişeceğim ama dedem de oyundan on beş-yirmi dakika öncesinde antre yapacağı yere oturur. Onun bir lafı vardı. “Yaradan ile baş başa kalırım.” Konsantre olur, bekler. Yanına gittim. “Ne var, ne oluyor yine?” Dedi. “Kartını almam lazım” Dedim, alabilir miyim? De değil. Sağ olsun o kadar emekleri var ki benim için. Kıyamıyor da bana. Kalktı, kulise geçti. Kulisten cüzdanını aldı ve kartı çıkardı. Kartı aldım arkama bakmadan kaçtım. O da sinir harbi içerisinde kaldı. Mesela gece onlar arabayla dönüyorsa akşam oyundan sonra eğer ben de oyuna kalmadıysam otobüse, taksiye vs. binmemek için onların çıkışını yakalamaya çalışıyordum.
Daha eskiden afacan, zıpır bir torundum. Hatta hiç unutmayacağım. Dedemler sahnede selamdayken ben de ön sırada parmağımı sıkıştırdım kapanır açılır koltuğa, şimdi Şişli Tiyatrosu’nun olduğu yer. Nasıl ağlamaya başladım, kucakta beni sahneye çıkardılar ağlamam dursun diye. Yani bu vaziyet bir samimiyetimiz vardı. Normalde dedemin tiyatro anlayışında bunlar pek yoktur. Onları ben biraz kırmışım. Çünkü dedem en başta söylediğim gibi çok disiplinliydi tiyatro konusunda.
Kuliste oturduğum boş zamanlarımda birçok tiyatrocu abimle, ablamla vakit geçirme şansı elde ettim. Bu bana kulis adabı kattı. Kulis nasıl bir yer iyi bilirim. O dönemdeki sanatçı dostları benim abim, ablam, amcam ve teyzemdi. Hep öyle geldi bana. On üç- on dört yaşlarımdayken tabi bu meslekle de uğraşmıyorum sanatçı gözüyle bakamıyordum o değerli insanlara. Saltuk Kaplangı, Zihni Göktay, Zihni Küçümen, Saadettin Erbil, Nejat Uygur, Erol Günaydın… Daha sayabileceğim Gencay Gürün. O kadar fazla insan var ki şuan düşünürken bile kafam karışıyor. O kadar çok insanla beraber olma, beraber vakit geçirme şansını yaşadım ki! Ama dediğim gibi o zamanlarda ne tiyatro bölümü öğrencisiydim ne de bu bakış açısı ile bakıyordum. Dedemin arkadaşlarıydı onlar. Beni çok seven teyzelerim, amcalarımdı. Bir iki dizide beraber çalıştıklarımız da oldu. Ona rağmen orada bile bir abinizle, amcanızla, teyzenizle çalışıyormuş hissiyatı oluyor. Mesela dizide beraber oynarken ben hiçbir zaman Gazanfer Özcan ismi ile oynadığımın farkına vararak oynayamadım. Biz dedemle bir reklam filmi çekiyorduk. On yedi, on sekiz yaşlarımdaydım. O algı daha gelişmemişti ben de şuanda keşke sağ olsalardı keşke tiyatro dünyası, tiyatro tarihi, oyunculuk, oyunculuk nasıl olur? E tabi birçok şeyi kaptım. Çünkü o süreçte hep beraber vakit geçirdiğiniz için görüyorsunuz neyi nasıl yapıyorlar, insanlarla ilişkileri nasıl, tiyatro disiplini, hayatlarını bunlara adama gibi birçok şeyi gördüm. O kadar güzel vakit geçirme şansı yaşadım ki bu güzel insanlarla, çok şanslı bir çocukluk geçirdim. Benim meslek hayatıma da bu yaşımdan dönüp bakınca büyük bir faydası oluyor. Bu insanlar ne yapıyordu, nasıl insanlarla diyalog kuruyordu? İşlerine olan özgüvenleri, bakış açıları, özel hayatları hepsi benim gözümde fotoğraf fotoğraf örnek olarak duruyor. Bu muazzam bir kütüphane benim için. Bu his, görmeden, tanımadan, beraber çalışmadan elde edilemeyecek bir şey. Dedemde bunu gördüm, nanamda bunu gördüm, annemde bunu gördüm.
Günümüzle alakalı da çok güzel şeyler, çok güzel işler var ama o dönemin herhalde disiplin anlayışı çok daha kuvvetliydi gibi geliyor bana. Bir aşkla, bir bütünlükle hayatının merkez noktasına tiyatroyu alarak yaşanan hayatlardı. Sadece dedem, nanam ve annem için söylemiyorum. Dedemlerin akranı, küçükleri, Zeki Abiler, Metin Akpınarlar da tiyatro, hayatlarının merkezinde duruyor ve bunun üstüne hayat inşa ediliyor. Her zaman bahsettikleri şöyle şeyler var. Pazartesi tatil, onun dışında Salı, Çarşamba, Perşembe, Cuma, Cumartesi, Pazar matine suare yani haftada yedi, sekiz oyun gibi noktaya geliyor orası. Bu yoğunluğun dışında da bakış açıları, aşkla yapmaları, provalar, İzmir Turneleri, Behzat Abiler’den de dinleme şansım oldu. Muazzam dönemler, muazzam insanlar. Ustalar, birbirinden özel insanlar… En çok dikkatimi çeken şey, oyun sonraları beraber yemeğe gidiyorlar, eğleniyorlar, sabah beraber görüşüyorlar. Yani şu çok önemli; birbirleri ile yani duymadım ağızlarından ama muhakkak rekabet vardır, bu işin doğasında var. Ama dost kalabilen, arkadaş kalabilen, birbirlerinin ihtiyaç duyduğu anda ihtiyaçlara yardım edebilen çok isim var. Yıldız Hanımlar, Nejat Amcalar, Gülriz Sururiler, dedemler var. İsmini atladığım birçok tiyatro grubu var. Tiyatro patronu var tırnak içerisinde. Ancak sahnede bir problem olsa hemen başka bir sahne sahibi yardıma koşuyor. Hani “O tökezlesin” Değil. Bir bütünlük de var. Aralarındaki bağın adı bence samimiyet… Rekabet ikinci planda kalıyor. Bu çok önemli… Hepimiz aynı gemideyiz, aynı işi yapıyoruz. Ne kadar çok tiyatro olursa bizim avantajımıza. Ama bazen günümüzde farklı kıskançlıklar demek istemiyorum da farklı şeyler devreye giriyor ve eskisi kadar o pür, saf tarafı kayboluyor gibi geliyor bana… Mesela Nejat Amca ve dedemin dostluğu başkadır. Ki ikisi de komedi yapıyor biliyorsunuz. Ama ben hiç hayatımda negatif bir şey duymadım hiç birimizin ağzından… Yani o dostluklar o yıllarda yapılan tiyatro anlayışı insani olarak da çok önemli. Bir de o döneme baktığımızda okullu olmakla beraber usta-çırak ilişkisine de muazzam dikkat ediyorlar. Genç yaşta tiyatroya girdiğinizde ustanızla birlikte yetişme algısı bence bu zamana göre daha fazla. Yirmi beş, otuz yaşlarında herkes her şeyi bilmiyor. Öğrenmeye çalışıyor, öğrenmeye devam ediyor. Onlardan duyduğum oyunculuğun, inanılmaz bir serüven olduğu yönünde. Ben de bunu bir nebze deneyimlemeye çalışıyorum ve deneyimliyorum da. O fark göze çarpıyor.
Kuruntu Ailesi dizisinden de bahsetmek isterim. Kuruntu Ailesi ile o dönem dedemler, ciddi anlamda tanınırlık sahibi insanlardı diğer ustaların da olduğu gibi. Seksen dört yılında dizinin başlaması ile beraber uluslar arası çapta olağanüstü bir kadro ile muazzam bir etki yarattı bence. O kadroda kimler yoktu ki? İnanılır gibi bir kadro değildi. Şuanda bakıldığı zaman hayal bile edilemeyecek bir kadroydu. O kadroda olanlar şanslıymış. Ben de üç, dört yaşlarımda oynadım. Şimdi oyuncu olarak insan düşünüyor. Keşke aklım erer şekilde oyuncu insanları görebilseydim diye… Benim orada unutamadığım bir anım var. İlk zamanlar, çok rahat oynamışım üç dört yaşlarımda… Ama bir, iki senelik ara mı ne olmuş? Tekrar gittiğimde rahmetli Ülkü Erakalın’dı yönetmenimiz, ilk sahnede ağlamaya başladım. Korktum ve utandım. İnsanları baya zorladım ama yine de orada küçük Tarık’tım ben. Görüntü yönetmenimizin, yönetmenimizin kardeşiydim ben. Bu avantajlarla büyüdüm aslında dedemlerle çalışırken… Bu bana çok güzel şeyler kattı. Kitaplardan okuduğumuz, duyduğumuz insanları ben anılarımda yaşıyorum, hatırlıyorum. Çok özel insanlardı.
Dedemin eksikliği çok hissediliyor tabi bizim ailemiz için. Hani ailenin direğiydi derler ya gerçekten öyleydi.