AYLAK DERGİ

CEREN GÜNDOĞAN

-Dramatik Yazarlık bölümünde öğrenim gördünüz. İstanbul Devlet Tiyatroları’nda oyuncu ve reji asistanı olarak çalıştınız. Çok değerli bir yayınevinin bir süre editörlüğünü de üstlendiniz. Yazılarınızı ve öykülerinizi büyük bir hayranlıkla okuduk. Şu an benim de yeni bölümlerini heyecanla beklediğimArtı TV’de “Ceren Gündoğan ile Artı Sahne” isimli bir program yapıyorsunuz ve bu yoğunluğunuz içinde bir de roman yazdınız. Bunca işi başarıyla yapan birisi olarak siz neler eklemek istersiniz?

Tiyatro oyunculuğu için “suya yazı yazmak gibi” benzetmesi yapılır. Deyim biraz “boşuna çabalamak” anlamı taşısa da sahne tutkunu, o doyumu tatmış herkes bu çabanın boşuna olmadığını bilir. Kendimi bildiğimden beri yazıyorum. Şu sıralar oyunculuk yapmasam da tiyatronun, eğitimlerin ve asıl eğitimin kendisi olan sahnede olma halinin yazarlığıma katkısı büyük. Sanatta değişen sadece form oluyor. O enerji, yazan, oynayan, resmeden, film yapan, şarkı söyleyen kişiyi besleyip büyütüyor. Romanım Yaralı Rüzgâr, altı yılda yazıldı ama aslında bir ömür benimle büyüdü, mayalanıp oluştu.  Okurla buluşması içinse üç yıl daha beklemem gerekti.  Edebiyat radarları ve öngörüsü açık, editörüm Demet Çaltepe’nin romanımı ikinci kere okuyuşu üstüne, romanımı Eksik Parça Yayınları olarak yayınlama kararlarını bildirdiği ilk telefon konuşmamızla mutlu oldum, bekleyiş aksiyona dönüşmüştü… Sahne sırası, Yaralı Rüzgâr’daydı. Demek istediğim, hiçbir çaba, hiçbir tutku karşılıksız kalmıyor. Bir konuda doğru çaba içindeyseniz ve sabırla, inatla sanatsal tutkunuzdan sapmazsanız bir noktada işler lehinize dönebiliyor diyebilirim. 2022 bana, romanım üzerinden okurla buluşma, tiyatro ve sinema üzerine düşüncelerimi paylaşmak için gazetede bir köşe ve sanatçı arkadaşlarımla işleri üzerinden sanat konuştuğumuz bir programcı olma şansı verdi. Sevdiğim bu işleri lâyığıyla yerine getirmeye çalışıyorum. 

-Lise yıllarınızdan beri duruşunuz, sanata bakış açınız arkadaşlarınız tarafından fark edilmiş. Gençlere örnek olması açısından, o yıllardaki Ceren Gündoğan nasıl biriydi? 

Cesaretim kırıldığında ilk gençliğimdeki Ceren’i düşünüyorum. Kulaklarını, kendi içindeki dahil olmak üzere, olumsuz tüm seslere kapatan, korkularının üstüne cesaretle giden, çok kitap okuyan ve hayatın tüm açmazlarını sanat yoluyla şifaya dönüştüren Ceren’i. Bir örnek olur mu, hem zaten gençliğin örneğe ihtiyacı var mı bilemem, herkesin hikâyesi biricik ve kendine özgüdür ve su gibi gençlik, her zaman yolunu bulur. Sanatı eylemeden yapamayanlarsa zaten sezgisel bir yolun içindedir. Dışarıda aramamak lazım. Gerisi bildik ama her zaman geçerli formül: İyi kitaplar okumayı, etkileyici müziklerle güne başlamayı, hayvanlarla hayatı paylaşmayı, duygu durumumuz her neyse onu yaşamamız için kendimize zaman tanımayı önemsiyorum. Vertigo sebebi bir zaman algısı içindeyiz, sevinmeye de üzülmeye de yeterli zaman yok.  Zaman mı yok? Yaratalım.

-İlk romanınız “Yaralı Rüzgâr” çıktı. Dilerim ki niceleri yayımlansın. Romanınızı yazmaya başladığınızda önünüze çıkan engelleri nasıl aştınız? Yazma sürecinizden biraz bahsedebilir misiniz?

Romanımı çok zor yazdım. Zorlanma nedenim onun benden tüm dikkatimi, ruhumla, hücrelerimle tüm bir varlığımı ona adamamı istemesiydi. Erol Keskin hocamızın TAL’deki oyunculuk eğitimimizde muştuladığı “kondansasyon-dağılarak yoğunlaşma”yı hiçbir zaman unutmadım. Oyunculukta eşsiz bir dikkat algısına işaret ediyordu. ‘Öksüren seyircinin, dışarıdan gelen neşeli müziğin, kuliste fısıldaşan oyuncu arkadaşlarının sesini duyacaksın ama oynadığın rolü tüm bunları duyduğun halde, onlardan etkilenmeyerek olacaksın.’ gibi, kabaca formüle edebiliriz kondansasyonu, tek bir şeye yoğunlaşmak demek olan konsantrasyondan bu açıdan farklıdır. Oyunculukta ne anlama geldiğini kavramıştım ama yazarlığımda kondansasyonu, dağılarak nasıl yoğunlaşacağımı uygulamada çok zorlandım. Hemingway’in enfes bir cümlesi vardır yazmakla ilgili, “Yazmakta bir şey yok. Tek yapacağınız, daktilonun başına oturup, kanamak.” der ve benim için de biraz öyle oldu Yaralı Rüzgâr’ı yazmak. 

-Okuyucu yorumlarına baktığımda çoğu okur Yaralı Rüzgar’ın içinden kendinden bir şeyler bulmuş. Keza ben de onlardan birisiyim. Romanınızın hikayesi kadar kurgusu da müthiş, her sayfası şaşırtabiliyor ama aynı zamanda mükemmel bir sadelikle yazılmış. Anlatım tekniğinizle de bildiğimiz romanların dışında bize başka bir şey sunuyorsunuz. Siz neler söylemek istersiniz?

Bugünün edebiyat dili her ne kadar “Tanrı yazar” anlatımına karşıt bir dil olsa da, Yaralı Rüzgâr’ın dili, benim “romanda sinema” olarak adlandırdığım bu anlatım biçimiydi. Anlatmaktan çok göstermeye dayalı bir dil… Romanı kısa bulan çok okur yorumu da var. O kadar çok bölümü çıkarttım ki, hikâyeyi böldüğünü düşündüğüm için… Birkaç yeniden yazımda anlatım dilini değiştirerek yazdım ve hikâye akmadı. Romanım kendi dilini de ritmini de bana dikte etti, kurgusu ve malzemelerinde de olduğu gibi. Sonunda aradan çıkmayı başardığımı sanıyorum, hikâye neyi anlatmak, neyi göstermek istiyorsa o oldu. Benim dikkat ettiğim tek şey onun sadeliğiydi. İçeriği gereği travma ve kırımların anlatıldığı kırık hikâyeler, çözülememiş düğümler var Yaralı Rüzgâr’da. Ben bunları göstermeye, gösterip gerisini okurun tahayyülüne bırakmaya dikkat ettim. Tiyatrodaki “seyirci dramaturjisi” yerini “okur dramaturjisine” bırakmış oldu böylece. Mağdur edilmiş halkların neler yaşadığını bilmemeye imkân yok. Bunca veri, arşiv, yazılmış tanıklık hikâyeleri varken yüzünü ya da vicdanını politik söylemin dışına biraz o tarafa çeviren herkes görür bunu. Yaralı Rüzgâr, Dersim, İstanbul, Londra üçgeninde, genç bir kadının kendindeki biyo-psiko açmazların üstüne giderken aile büyüklerinin tarihiyle iç içe geçişini anlatıyor. Kolektif hafıza, yapılan hiçbir şeyi unutmuyor bir bakıma, kitlenen bedenler de… Katliamlarla mağdur edilmiş bir halkın torunu olarak Roza, mağduriyet gömleğine sığınmak istemiyor. Kendi yolunu, yöntemlerini deniyor. Onun aidiyetlikleri ile birbirinden farklı ortamlarla ilişkisi geniş bir yelpaze. Roza da kendini arıyor. Şimdi düşünürken fark ettim, “dağılarak yoğunlaşıyor” bir bakıma. Okuyan herkesin kendinden bir şeyler bulmasının nedeni bu olabilir. 

-Şu sıralar neler yapıyorsunuz, Yeni çalışmalarınız var mı?

Bol bol oyun ve film izliyorum. Gazeteye yazıyorum, Artı Tv’deki programa hazırlanıyorum. İçeriğini duyurmanın henüz erken olduğu bir belgesel çekiyoruz bir yandan da. Kendimi oluşturduğum tüm zihinsel birikimimi yaptığım işler aracılığıyla ortaya çıkarıyorum. Kendimi deniyorum bir yandan. İkinci romanımın ön hazırlığı için okumalara başladım. Rea Haq inancında kutsal dağ, Dersim’de 2100 metrelik Duzgun Bawa dağı zirvesine çıktım. Orada mistik, eşsiz bir an yaşadım. Evime döndükten birkaç gün sonra, dağa tırmanırken oluşan elimde ve ayağımdaki çizikler sızlayınca aniden bir hikâye zihnimde belirdi. Uzun bir yol beni bekliyor. Bol bol okuyacak, gezecek, görecek ve dinleyeceğim. Sonrası kolay! Tek yapmam gereken bilgisayar başına geçip, kanamak… 

-Söyleşimi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim.

Güçlendiren, teşvik eden tavrın için ben de teşekkür ederim sevgili Alpaslan.  Zengin ve samimi içeriğiyle güzel dergi Aylak’ın okurları çok şanslı. 

Söyleşi: Alpaslan Ayaz

Abone Ol

Yeni sayılarımızdan haberdar olmak için
ücretsiz abone olabilirsiniz.