GAZETE KUPÜRLERİ
Bir salı sabahı uyandığımda bütün gazeteler hayatta en çok sevdiğim kadının bir cinayet işlediğini yazıyordu.
Onunla ilk karşılaştığımızda üstünde omuzlarını açık bırakan, beyaz tenini ortaya çıkaran kırmızı bir elbise vardı. Güneş kırmızısı saçları geriye taranmış, bitkin bakışı değişmemişti. Birini kaybettiğinde de o bakışı takınır, üzgün ve bir hayli umursamaz haliyle kafa karıştırırdı.
Bir arkadaşımın cenazesinde karşılaşmıştık, Fırat’ın. Pek yakın sayılmazdık ama severdim Fırat’ı. Okuldan eski bir arkadaşım diyebilirdim. Konuşmasak da uzaklarda bir yerlerde olduğunu bilmek iyi hissettirir ya, öyleydi aramızdaki ilişki. Doğum günlerinde, bayramlarda mutlaka yazar, ne zaman görüşüyoruz, şu kahve borcunu öde artık diyerek takılırdı. Şimdi cenazesindeydim. İşlerden, kendi hayatımın telaşına dalmaktan fırsat yaratamadığım arkadaşımın yanındaydım, son yolculuğunda.
Evinin nerede olduğunu dahi unutmuşum. Sahi nasıl arkadaştım ben? İşimde yeni terfi almıştım, koşuşturma içindeydim. O görevini tamamlamıştı, benim yolum uzundu.
Okuldan yakın arkadaşım olan Güzide aramıştı beni. Bir saate buluşup diğer çocuklarla geçeriz, demişti. Sesi titrek geliyordu. Belli ki haberi aldığından beri gözyaşları durmamış. Nahifti Güzide, kırılgandı. Kayıplara her zaman üzülür, “içim parçalanıyor sanki” derdi. İkinci sınıftayken bir yıla yakın çıkmışlardı, “hâlâ değerliydi benim için” diyordu. Bu kadar yıkılmasının sebebi belli ki yalnızca kayba olan üzüntüsü değildi. Mezuniyet fotoğrafımızı arıyorken telefonum çaldı. Nerede olduğunu bulana kadar sustu. Bir anımızı bulmak adına bütün fotoğrafları etrafa dökmüştüm. Ona hakkıyla veda edebilmek için. Yeniden çalıyordu telefonum, yanan ışıktan bu sefer bulmuştum. Arayan Güzide’ydi.
“Seni bekliyoruz aşağıda.” Sesi hâlâ çatallaşmış haldeydi. Ceketimi alıp kantinde çektirdiğimiz fotoğrafı da cebime koyup hızlıca aşağı indim. Şişmiş gözleri, dağılmış saçları ve kurumuş dudakları. Bu haldeyken bile güzel görüntüsünden bir şey kaybetmemişti. Kırk dakika sonra eve varabilmiştik. Kapıdan içeri girerken Güzide tutamadı kendini ve gözyaşları usulca akmaya başladı.
Okuldan aşina olduğum arkadaşlar karşılamıştı bizi. Samimiyetimiz hep varmış gibi sarıldılar. Yokluğu bizi yakınlaştırıyordu, tanımadığımız onca insanlarla. Onun anısına dün varlıklarını dahi bilmediğim insanlarla konuşuyor, acımızı paylaşıyorduk. Kitaplığın köşesindeki tekli koltuğa atmıştım kendimi. Dağılmış ve nasıl hissetmem gerektiğini bilmiyordum. Onu gördüm. Pencerenin önünde, başı dimdik, gözlerini dahi kırpmadan dışarıyı seyrediyordu. Akşamın sessizliğini hissediyor gibi bitkin ve dalgındı. Kızıl saçları beyaz tenine dökülüyor, üzerindeki kırmızı elbisesiyle davete gidecekmiş havası veriyordu. Onu daha önce hiç görmemiştim. Buna rağmen derin bir yakınlık hissediyordum. Nerede olduğumu unutmuştum sanki. İçimde şiddetli bir his yanına gitmemi, konuşmamı belki, belki… İçimdeki hislerde dahi tutulmuştum. Kendinden emin duruşu mu içime sindirmişti beni, yoksa ifadesiz derin bakışları mı? Dipsiz bir kuyuya düşmüştüm. Nerede olduğumu, ne yaptığımı unutmuş halde, olduğum yerde sadece ona kitlenmiştim. Dalıp gitmişim. Güzide’nin sarsmasıyla irkildim, az önce oturduğum koltukta yığılmışım. O nerede dedim, heyecanla.
Güzide anlamadığını belirten bir bakışla bana bakıyordu. Kırmızı elbiseli bir kadın vardı, şurada şu pencerenin hemen önünde. Az önce oradaydı. Parmağımla işaret ettiğim yöne doğru, aynı bakışlarla bakıyordu.
“Kırmızı elbiseli biri yok burada Selim.” Sesi hâlâ çatallıydı ama netti. Kalkıp kapıya yöneldi. Üzüntüsünden görmediğini düşündüğüm için üstelemedim.
Mezarlıkta, onunla son kez vedalaştığımızda acısı hepimizi darmadağın etmişti. Sevdiğin birine veda ederken onu bir daha göremeyeceğini bilmek, içimde kapanmayacak bir sızı yaratmıştı. Toprağı üzerine atarken gözyaşlarıyla örtmüştük üstünü. Herkes son kez veda edip gidiyordu. Güzide, mezarın başında biraz daha durmak istediğinden ona eşlik ediyorduk. Bir rüzgârla başımı topraktan kaldırdığımda ağaçların arkasında kırmızı bir eteklik fark ettim. Kalbim hızlanmaya başlamıştı. Mezarlığın başından biraz uzaklaşıp o yöne gitmeye başladım, elbisesini görebiliyordum artık. Kızıl saçları da ağacın yapraklarına karışmış gibiydi. Mezarlığa doğruydu bakışları bu kez. Aynı ifadesiz bakışlar. Adımlarımı hızlandırmaya başladım, ona doğru yürüyordum ancak ben yürüdükçe sanki uzaklık artıyordu. Koşmaya başladım, bu sefer onu kaybedemezdim. Sesler duyuyordum, beni çağırıyorlardı ama duramazdım. Bu kadını bu sefer kaybetmeyecektim. Adımlarımı hızlandırdıkça yer kayıyordu sanki altımdan. Gri betonun soğukluğu çarpmıştı bu sefer yüzüme. Gözlerimi açtığımda tüm arkadaşlarım başıma toplanmıştı. Mezarlığın taşına takılıp düşmüşüm. Etrafa boş gözlerle bakıyordum.
O nerede, dedim. Hepsi aynı anda ve sessizce “Kim?” diyebildi.
Kırmızı elbise. Kadın. Saçları… Kimse cevap vermiyordu şimdi, sessizce bana bakıyorlardı.
Akşamdı eve döndüğümde. Yorulmuştum ama uyuyamıyordum. Düşünceler, anlamsızlıklar, içimde sızı olan o acı uyumama engeldi. Gözlerimi kapadığımda gördüğüm yalnızca o ifadesiz bakışlardı. Kimse nasıl fark etmezdi? Fark edilemeyecek gibi değildi oysaki. Ya ben de o kalabalıkta fark edemeseydim? Bulamadığım bir şeyin kaybını mı yaşardım, bilemiyordum. Gün aydınlandığında Fırat’ın evinin sokağında buldum kendimi. Dün adım attığım her yere yeniden ayak basıyordum. Etrafı arayan gözlerle süzüyor, öylece ilerliyordum. Akşamüstü mezarlığa gittiğimde Fırat’la oturdum biraz. Sessizce ve yalnız. Sabah çıktığımda evden aslında buraya gelmek fikri yoktu. Hayatıma devam etmek istiyordum, kaldığım yerden. Ancak o aynı his yoktu artık. Kaldığım yerde değildim. Birini kaybedip, birini kayıpla buldum. Ancak yeniden kaybettim. Belki de tam bulamadım, bulduğumu sanmıştım.
Günlerce aklımda sorularla uykuya dalmaya çalışıyor ancak gün aydınlanana kadar kafamdaki sesler uyutmuyordu. Onun Fırat’la bağlantısı neredendi? Herkesle konuşup onu anarken neden hiçbir kalabalıkta ona rast gelemedim.
Gecenin karanlığının iyice çöktüğü gecelerin birinde tüm anılarımızı dökmüştüm. Salona, yatak odasına. Evdeki çoğu kişi okuldan ve o zamanlardan tanıdığımız insanlardı, ailesinden çok az insan vardı, çoğu köylerinde yaşıyordu. Mutlaka okuldan, o zamanlardan tanıdığı biri olmalıydı. Her anıya yeniden bakıyor, o anlara yeniden gidip o yaşıma dönüyordum. Okul zamanlarımızda ne çok anımız varmış meğer. Neden sonrasında arayı açmıştık ki? Bu soruyu kendime soruyordum. Değer miydi sahi, bir yerlere gelebilme çabalarım uğruna bu şekilde uzaklaşmak? Yüzlerce anının arasında kaybolmuştum. Hiçbirinde o kadına rastlayamadım. Yüzlerce anının içinden hiçbirinde. Ailesinden biriyse diye mezuniyet fotoğraflarına baktım. Yine fotoğraflar içinde kaybolmuştum. Babaannem, dedem, ben. Hepimiz gülüyoruz, otuz iki diş. Gözler nemlenmiş, belli ki gurur duyulmuş. Arkada Fırat, arkası dönük dâhil olmuş anımıza. Babaannemi görünce içimdeki özlem depreşti. Epeydir gitmemiştim yanlarına. Vefa konusunda çok kötüydüm, bunu hep zamanı geçtikçe fark ediyordum. Aynı sızıyı yeniden hissedebilecek gücüm yoktu. Annem ve babamı küçükken kaybetmişken, bütün hayatını bana adamış bu güzel kadına böyle bir vefasızlık acıların en büyüğü olurdu. Sabah erken saatte çıktım yola. İş yerine geceden mesajla bildirdim, çok deşmediler. Fırat’ı kaybettikten sonra biraz dağılmış olmam onların da canını sıktığından bu durumun iyi geleceğini düşünmüş olmalılar. Belki de ilgilenmediler, bilemiyordum. Dört saatlik yoldan sonra varmıştım köye. Yıllardır gelmiyordum ama düşerek büyüdüğüm bu yolları hâlâ adım adım biliyordum. Bir yanın mezarlıkla diğer yanın ağaçlarla çevrili taşlı yolların arasından o taş, küçük evimiz göründü. Evin önündeki yükseklik yıkılmış, düzlüğe çevrilmiş. Kapının önünde babaannem bekliyordu. Beni görünce heyecandan öyle bir kalktı ki, düşmek üzereydi.
“Dursun Bey, koş kim geldi!”
Ağlayarak sarılmıştı bana, o ağladı ben de ağladım. Tutmadım kendimi. Yalnızlığıma, özlemlerime, Fırat’a, geride kalanlara. Hemen sofralar hazırlandı, yemekler yapıldı. Neden haber vermedin sitemleri araya sıkıştırıldı. Anılar depreşti, ağlandı, gülündü. En son ne zaman böyle bir an içindeyken huzurlu olduğumu hissetmiştim, bilmiyordum. Ama şu an huzurluydum ve öyle kalmak istiyordum.
Günler sonra en güzel uykumu çekmiştim. Burada günler, şehirden çok daha erken başlıyordu. Öğlen olmadan işler bitmiş, keyif kahveleri içilmeye başlamıştı bile.
“Babaanne ya, o dedemin tahtadan yaptığı arabalara ne olmuştu sahi?”
“Aşağıda oğlum, odunlukta dolapta saklıyor deden.”
“Onlara biraz bakabilir miyim?”
Yüzüme öyle mahzun bakmıştı ki. Çocukluğumda izin istediğimde de bu bakışı takınır, o aydınlık gülümsemesini yüzüne iliştirirdi. Yine o gülümsemeyle baktı.
“Anahtar aynı yerinde.” dedi.
İçeride odun kokusu ile karışmış bir koku beni çocukluğuma geri götürmüştü. Babaanneme has koku.
Eskiden kullanılan eşyalar, tencereler, oyuncaklarım. Dedemin tahtadan yaptığı bisikletim, arabalarım. İçinde mutlu olduğum her an, bu odunluğa saklanmıştı. Oyuncakların olduğu dolaba bakarken bir kutu göründü gözüme. İçinde fotoğraflar, gazete parçalarının olduğu bir kutu. Küçüklük fotoğraflarım burada mı saklanıyordu yoksa. Küçüklüğümde yaramazlık yaparken ki o his kapladı içimi. Kutuyu elime alıp taştan tabureye oturdum.
Bir fotoğraf, siyah beyaz. Düğünde çekilmiş, tek tanıdığım simalar babaannem ve dedem. Tanıdığım tek ailem. Yıpranmış fotoğrafa biraz daha yakından bakınca damadın babama benzediğini fark ediyorum. Evet, bu oydu, askerdeki hali gibi. Yine saçları kısa. Altındaki fotoğrafta dedem, babaannem yine ve yanında babam. Asker üniformasıyla. Sonra onu görüyorum. Kırmızı elbisesiyle çimlerde oturmuş. Kızıl saçlarına bir yaban çiçeği takmış. Yüzü aşağıda, gülümsüyor. Başka bir fotoğraf, ben babamın kucağında, üç dört yaşlarındayım. O ölmeden çok kısa bir zaman öncesi olmalıydı. Belki de onunla son fotoğrafımız.
Gazete kupürleri kesilmiş, her gazeteden bir parça. Birini alıyorum, gazete ellerimde titriyor.
“27 yaşındaki A.T. kocasını av tüfeğiyle vurup kendini balkondan attı.” Haberin hemen altındaki fotoğrafta ifadesizce bakıyor. Üzerinde kırmızı elbisesi. Az önce baktığım fotoğrafı yeniden elime aldım. Aynı elbise, aynı saçlar, bakışlar değişmiş.
Beynim uyuşmuştu, ağlamaya başlamıştım.
Üç yaşındayken bütün gazeteler hayatta en çok seveceğim kadının bir cinayet işlediğini yazıyordu.