Hep böyle anlarda olur. Çok basit eylemlerde. Çorbayı karıştırırken, saçını tararken, saat 5.38’de dişlerini fırçalarken, çamaşır sepetindeki kıyafetleri ayırırken, ayakkabı bağcıklarımı kenarlardan içeri sokarken, üşüdüğün için pencereyi kapatırken. Böyle anlarda, dünyanın en basit ve unutulan fiillerinde unuttuğun bir şeyi hatırlardın. Ben de bugün anahtarı kapının deliğine sokarken hatırladım. Seneler önce gördüğüm bir rüyayı.
Çok normal bir günde, farklı hiçbir şeyin olmadığı, uykumu alarak uyandığım ve devam ettiğim bir günde, evde eksik olduğunu bildiğim şeyleri doldurduğum poşetimi sol dirseğime sıkıştırdığım ve anahtarı çantamdan çıkarıp kapının deliğine soktum. Ve o an. İşte o an durdum. Geçmişten gelen bir yazıt gibi, aile yadigârı gibi görüntü. Çocukluk günlüğünü okumak gibi. Seneler önce, bugünkü rutinim daha yokken, hatta biraz fazla deli dolu olduğum yıllardandı. O rüyayı gördüğüm sabah uyandığımda gülümsüyordum. Ve düşük çeneli yıllarım olmasına rağmen kimseye anlatmadığım bir rüyaydı. Ne anlatmıştım, ne de bir kenara yazmıştım. Bu yüzden belki de unuttum.
Rüyamda tanımadığım birinin evinde misafirdim. Misafir olmama rağmen evin içindeki bütün işlere koşturuyordum. Her odadan biri çıkıyordu. Kimseyle iletişim kuramıyordum. Sadece evde eksik olan şeyleri hallediyordum, bütün odalardan tabak ve bardak topluyordum. Koridorun ucundaki odaya geldiğimde artık biraz yorulmuştum ve bu odada kimsenin olmadığını fark etmiştim. Usulca içeri girdim ve kapıyı kapattım. Perde kapalıydı, güneşliğin yansımasından mı bilmiyorum içerisi bembeyazdı. Sessizliğin içinde umutsuzca perdeyi açtığımda her yer bembeyazdı. Kar yağmış meğer. Pencereyi açmaya karar veriyorum. Pervazın üstü dümdüz. Kimse dokunmamış, hiçbir tane erimemiş. Kar yığınına dokunup havayı kokluyorum. Öyle huzurluyum ki, içime dolan soğuk -nasıl hissettiysem- bütün hücrelerimi temizlemiş, hücrelerimin çeperine yapışan siyah telaşeleri arındırmış gibi. Ellerimi yavaş yavaş karın üstünde gezdiriyorum. Bu merak ve durgun heyecan beni pencerenin pervazına çıkmaya itiyor. Pencereden çıkıp aşağı atlıyorum. Zaten çok yüksek değil, karda yürüyor ve ağaçların altında bir yere ulaşıyorum. Orada karın üstüne uzanıyorum. Şefkat dolu hissediyorum. Sanki toprak beni sarıp sarmalamış ve yoğurmuş gibi. Doğurmuş gibi. Öyle mutluyum ki, pamuklara sarılmış gibi hissediyorum. Öylece orada uzanıyorum. Kimse seslenmeden ve kimse beni bulmadan oracıkta uzanıyorum.
Uyandım.
Anahtarı çevirmeden önce minicik gülümsedim. O şefkati hissettim parmak uçlarımda. Dirseğimi kesmeye başlayan poşeti bile unutmuştum artık. Bütün vücudum kara bulanmış, onunla sarılmış, şefkatle dalgalanıyordu. Peki, bu rüyayı neden hatırlamıştım? Neden bugün?
Ya da beni böyle huzurlu hissettiren rüyayı nasıl oldu da unutmuştum? Böyle bir rüya unutulur mu? Şimdi bile uyandığım o sabahki gibiyim. Her şeyin çok normal gittiği, rutinimden hiç çıkmadığım, aksi veya güzel farklı bir şeyin olmadığı bu günün akşamında neden hatırladım ki? Bugün her şey çok normaldi.
Eski bir günlüğü okumak gibi. Unuttuğunu hatırlamak. Çocukluk arkadaşınla karşılaşmak gibi. Unuttuğunu hatırlamak. Hatırlamak için unuttuğum rüyalarım gibi. Bir kapıyı açmak veya bir pencereyi. Ne fark eder ki?
Birilerine anlatmadığım için veya bir yerlere yazmadığım için değil, hatırlamak için unuttuğum bir rüyaydı. Kaosun içinde değil de normal bir günde hatırlamak için.