AYLAK DERGİ

BABAMI TESELLİ ETTİĞİM GÜN KADAR KÜÇÜĞÜM

                        

            Kravatımı düzeltirken yakaladım kendimi. Ayna karşısındaki yansımamda ellerime bakarken yakaladım, derslerim bitmiş eve dönmüş olmama rağmen kravatımı düzeltiyorum. Yerli yerinde duruyor mu diye “Aman aşağı düşmesin” yasakmış. Aynada kendimi fark etmeme rağmen süveterimin altından çıkan kravatımı hemen içeri iliştiriyorum. Düzgünce; dikkat: Yasakmış. Aynadaki yansımama bakıyorum ve ona “Ne yapıyorsun, niye yapıyorsun hala? Okul bitti.” diyemiyorum. Gömleğim hala düzgün. Aferin. İçeriden seslenen annemin yanına gideceğim birazdan. Biraz önce yemek yediğimiz sofrayı toplamış işe dönecek annem, hızla hareket ediyor. Eski günlerimize geri dönebilmemiz için annemin işe dönmesi gerek çalışması gerek. Sakince bir öpücük konduruyorum yanağına; aklı bende kalmasın, bir sürü ödevim var zaten onlarla uğraşacağım. Anneme çaktırmamak sakinliğindeyim. Kendime çaktırmamak sakinliği ya da…

Kapı kapanma sesi, anahtarlık sallanma sesi. 

Kravatım yine süveterimden çıkmış.

            Yaklaşık yirmi dakika önce babam öğle yemeği yemek için eve gelmişti. Süveterimden çıkan kravat hiç de kronolojik olmayan sırayla anahtar sallanma sesini, kapı kapanma sesini, babamın evden çıkışını, babamın eve gelişini hatırlatıyor. İşlerini kendinden önce toparlamak isteyen babam öğle yemeğine eve gelmişti. Şaşırtıcı! Ama yine de hiç sesimi çıkarmadım sakince seyrettim. Hiç de kronolojik olmayan bir sırayla çorbasından bir kaşık alırken, sandalyeye otururken, mutfağa girerken, ellerini pantolonuna silerken, ellerini yıkarken babam bomboş bakıyordu. Etraftaki hiçbir maddenin kütlesi ve hacmi yokmuş gibi bomboş. Zaman şu an yokmuş gibi bomboş. Bakışlarında bulunmaya çalışıp sessizce beliriyordum görüş açısında. Göz bebeklerinin içinde bir yerde evde kimse yoktu. Sakince. Sessizce. Öyleydim. Çorbası daha yarımken masada yanına oturmuş bana baktı. Ben bir lokma bile almamıştım, onu seyrediyordum. Hemen gözlerini kaçırdı ve bana bakmadan konuşmak istedi. Nefes aldı. Sustu. Babam bana bakmadan ağlamaya başladı. Sessizce, çok sessizce… Kimse görmeden ağladı. Oracıkta. “Babalar da ağlar.”ı öğrenme yaşını geçmiştim, yeterince büyüktüm ama bunu deneyimlememiştim. “Hayır babalar ağlayamaz.” Yaralı bir kuşa nasıl yaklaşacağınızı bilemezsiniz ya babamı öylece seyrediyordum. Sadece bakıyordum. Sessizce. Artık anlamlara inanmıyordu babam. Tepkisizliğimin ve yaralı kuşun yanındaki ürkekliğimin ardından elimi omzuna atabildim sadece. Sarılamadım. Hiçbir şey söyleyemedim önce. Ben de gözlerimi kaçıracak yer arıyordum şimdi. Ve ilk gördüğüm şey süveterimin altından çıkan kravatımdı. Uzun uzun daldım bu görüntüye. İçine sokuşturdum hızla. Babam fark etmeden… Ellerim, süveterimin içinde katlayıp tekrar açtığım katlayıp tekrar açtığım kravatımda; gözlerim de hareketlerimde, tek bi cümle sarf ettim: “Merak etme baba, her şey yoluna girecek” 

Babam bana bakarsa ağlardım. Bakmasın. Lütfen bakmasın: yasakmış.

Yasaklandık.

Kronolojik sırayla:

Sandalye gıcırtısı,

Kapı açılma sesi,

Kapı kapanma sesi,

Anahtarlık sallanma sesi,

Sessizlik.

“Babalar da ağlar”ı öğrenecek kadar büyük bir çocuk olarak ayağa kalktım. Buz kesmiş ellerimi sıcak suyla yıkasam iyi olabilirdi. Sessizce. 

Küçülmek için gittiğim banyodaki aynaya bakmadım bile. Küçücük bir çocuk olabilmem için son sekiz damlam vardı. Yedi, altı, beş, dört, üç, iki, bir. 

Aynadaki benin kravatı düzgün, saçları dağılmamış, gömleği kırışmamış bile. “Aferin. Kocaman oldun, aferin! Hep tertiplisin, aferin! Büyüdün sen büyüdün!”

            Kravatımı düzeltirken yakaladım kendimi. Ayna karşısındaki yansımamda ellerime bakarken yakaladım, derslerim bitmiş eve dönmüş olmama rağmen kravatımı düzeltiyorum. Yerli yerinde duruyor mu diye aman aşağı düşmesin; yasakmış. Aynada kendimi fark etmeme rağmen süveterimin altından çıkan kravatımı hemen içeri iliştiriyorum. Aynı babamı teselli ettiğim günkü gibiyim. Babamı teselli ettiğim gün kadar küçüğüm.

Abone Ol

Yeni sayılarımızdan haberdar olmak için
ücretsiz abone olabilirsiniz.