Eski Mısır firavunları arıdan, sinekten korunmak için kölelerine bal sürdürüp yanlarında öyle bekletirlermiş ki, envai çeşit börtü böcek kendilerine değil kölelerine musallat olsun.
Hayat diyorum; firavunlar kadar zalim bazen.
Tepeden tırnağa boca edilmiş balla geliyoruz dünyaya. Her şey üzerimize yapışıyor. Canımız yanıyor, hareket etmekte zorlanıyoruz. Aklımız hep üzerimize yapışıp duran, istemediğimiz halde bizimle birlikte yola devam eden bu yapışık kötülüklerden nasıl kurtulurum da olduğu için iyiliği, güzelliği çekemiyoruz kendimize. Hadi diyelim bulduk, yeşerttik yeniden umudumuzu. Bu sefer de enerjimiz ona yetmiyor. Nasıl yetsin? Sinek ısırıyor, arı sokuyor, karınca ne kopardım kâr çalışkanlığıyla ince ince dişliyor etini. Böylece önceliğin kendin oluyorsun.
Sonra bi’ şey oluyor ve “ulan ben niye çekiyorum bunları?” Aydınlanması geliyor. S.çarım balına da arına da deyip silkeleniyorsun ama ha deyince olmadığını görüyorsun. Atıyorsun kendini suyun altına. Pirüpak çıkıyorsun meydana. Arıttığın yüklerin mi ruhun mu? Bocalıyorsun önce. O heyecanla her şeyi çözmeye çalışıyorsun. Değişim başlıyor. Onu halledeyim, bunu bitireyim, şunu da aradan çıkarayım derken yoruluyor; belki üzerinden kaşıkla balı temizlemeye çalışanları da yoruyorsun. İnancın gövdeni ayakta tutuyor yine de. “Dur” diyorsun. Bekle geçecek. Az daha sabır, güzel günler yakın.” Koca firavunla uğraşıyorsun kolay olacak değil elbet diyenler kalıyor, sen uğraş ben bal sevmiyorum diyenler gidiyor. Hafifliyorsun. Herkesin firavunu kendi hayatı ve herkesin balı kendi avuçlarında aslında. Başkalarının avuçlarını açıp üzerinize sürmediğiniz zaman en azından kendi derdinizle uğraşıyorsunuz. Çünkü kimsenin hayatı kolay değil, kimsenin başkasının üzerine yapıştırdığı dertlere ihtiyacı yok.
Bahar kapıda. Cemre toprak anayı uyandırmaya başladı. Kimsenin ağzınıza bir parmak bal sürmesine izin vermeyin ki, yapış yapış geçmesin bi’ daha görüp göremeyeceğinizi bile bilmediğiniz bahar…
Zirâ her firavunun bir Musa’sı vardır.