VAKFE
Bu sabah uyandığımda kendimi hiçbir yerde bulamadım. Sağa sola her yere baktım ama yoktum. Kolum bacağım hepsi buradaydı ama ben yoktum. Utandım, kimselere soramadım. Giyindim, dışarı çıktım. Geç olmadan kendimi aramaya koyuldum. Sanki görebilecekmişim gibi, etrafıma bakına bakına yürüdüm. Küf kokulu daracık sokaklardan geçtim. Köpekler kovaladı, kaçmadım. Ben. Çünkü. Yoktum.
Hepten yolumu şaşırdım. Ama yol buna şaşırmadı. Tuttu, bir ağacın kovuğuna yerleştirdi beni. Küçücük bir kovukta, ağaçla bir oldum, yine de bulamadım kendimi. Aslında, bir yerde ne kadar çok şey yoksa benim de orada olmama ihtimalim o kadar yüksekti. Kafamı toplayamadım. Kafam bunu anlayışla karşıladı. Ama şunu anladım, olmayan birisini aramanın en kötü yanı arayacak kimsenin olmamasıymış. Anladım, ama anlatamadım. Herkes yerli yerindeydi. Herkes herkesti. Bir ben, ben değildim. Bir ben yoktum ortada. Bir ben çıkıp gitmişim sabah sabah. Belki de dün akşam. Belki de her akşam.
Neyse ne! Vazgeçtim aramaktan. Ne olabilirdi ki, yok başıma nereye gidebilirdim? Odama dönsem, yatağıma girsem, bir kapı çalardı, bir pencereyi örterdim, geçerdi. Öyle de yaptım. Odama gittim, pencereyi örttüm. Kapı çaldı, kapıyı açtım. Ama kapıyı açan ben değildim, hiçkimse değildi. Garipsedim. Kapıyı açan da ben değildim kapıyı çalan da. Tüfeği bulan da ben değildim, kuşları vuran da. Putlara tapan da ben değildim, putları kıran da.
Birdenbire ayaklarımda bir ıslaklık hissettim. Sonra bileklerimde, sonra dizlerimde… Yoksa ben odama diye, denize mi gelmişim bilmeden. Yoksa deniz mi gelmiş bana yürüye yürüye? Evet, evet. Kapıyı açan ben değildim ama kapıyı çalan denizmiş. Tutmuş, nereden bulmuşsa, bana kendimi getirmiş, beni kendime getirmiş. Tüm bunların rüya olduğunu anladığım an, işte bu andı. Çünkü benim şehrim kuraktı, benim şehrimde deniz yoktu. Ben hiç deniz görmedim. Kapıdakinin deniz olduğunu nasıl mı bildim? Bildim işte. Görmesem de değmesem de denizi bilirdim. Hatta bazı bazı yalınayak bir kumsaldan yürüyerek denize girmeyi özlerdim. Hayatında hiç ananas yememiş birinin canının ananas çekmesi gibi belki. Belki de değil. Bilmiyorum.
Kapının sesiyle gözlerimi açtım. Odamın sararmış perdesinin arkasında yangın çoktan başlamıştı. Kalktım, kapıya gittim.
– Kim o?
– Ben!
Kapıyı açtım. Füsun Hanım yüzüne tel tel yapışmış kahverengi boyalı saçları, kalem çekile çekile iyice kararmış gözaltları ve üzerinden hiç eksik olmayan sabahlığıyla bana baktı: “Ruhi Bey,” dedi “gitmiş.”
Kapıyı kapattım. Gömleğimi, kravatımı giydim, anahtarlarımı aldım, tekrar çıktım. Füsun Hanım’la birlikte merdivenlerden inerek 7 numaralı odanın kapısına vardık. Birkaç kere tıklattım ama içeriden ses gelmedi. Telaşla iki kat daha indim. Birinci katta, merdivenin hemen karşısındaki bankomun göstermelik kapısını açtım. Kırmızı plastik kaplı anahtarımı çıkarıp tezgahımın altındaki çekmeceyi açtım. Pazar malları gibi dağınık duran anahtarlar arasından üzerinde 7 yazanı seçip aldım. Tekrar kapının önüne geldiğimde Füsun Hanım’ın elinde bir 50’lik banknot vardı.
– Dün gecenin parasını bırakmış size vermem için.
Anahtarı takıp kapıyı açtım. Aylardır hiç kimse kalmamış gibi tertipliydi. Odanın içinde dolaştım. Hiçbir eşyası gözükmüyordu Ruhi Bey’in. Dikkatli baktım, sararmış yatak örtüsünün üstünde en ufak bir leke bile yoktu. Şaşırdım. Birinci kattaki otel kapısının anahtarı yalnız bende vardı, dış kapının anahtarı da. Gece 12’de ben kapatır, sabah 7’de ben açardım tüm kapıları.
– Daha dün akşam beraberdik. Limon bahçelerinden bahsetmişti. Erdemli’de, çocukluğunun geçtiği limon bahçelerinden. Yok, Edremit miydi? Ah, her şeyi unutuyorum bugünlerde.
– Nereye gitmiş olabilir, size bir şey söylemedi mi?
– Bilmiyorum ki, bir karanfil demeti olmak istediğini söylerdi hep.
Füsun Hanım’ı odasına çıkardım, ondan Ruhi Bey’in anahtarlarını aldım. İlaçlarını içmesine yardım edip kapısını kapattım. Dış kapının kilidini açarken Ruhi Bey’le hiç tanışmadığımı fark ettim. İlk kez geldiğinde görememiştim, Füsun Hanım yapmıştı kaydını. Geceliklerini de hep o öderdi. Ne zaman sorsam ya odasında istirahatteydi ya da Beyoğlu’nda eski ahbaplarını ziyarette.
Bir ismini bilirim Ruhi Bey’in – ki ben bütün isimleri bilirim –bir de benim hakkımda söylediklerini. Füsun Hanım anlattı bir keresinde, çocukluğundan beri hep futbolcu olmak istermiş, ne zaman canı sıkılsa kendisini bir futbolcu olarak hayal eder, bazen saatler boyu hiç gözünü açmadan o hayalin içinde yaşar gidermiş. Derken bir gün, bir anda, 26 yaşına girdiğini ve artık futbolcu olamayacağını fark etmiş. İşte beni o 26 yaşına benzetirmiş. “Ben futboldan anlamam” demişti Füsun Hanım bunları anlatırken, “ama ne zaman otobüsten yanlış durakta insem ben de sizi anımsıyorum.”
Bankonun arkasına geçtim, yerime oturdum. Defterimden Ruhi Bey’in kaydını buldum. Basit bir çizik attım, defteri kapattım. En iyi hareketimdir bu benim, bu çizik ölüm demektir. Geceliği 50 liradan yaşayan herkesi bu çizik öldürür. Sayamadığım kadar çok insan gelir, yaşar ve ölür burada. Hepsinin ismini bilirim, yalnız kendiminkini bilmem.
Bir bahar günüydü, unutmam, babam elimden tutup getirdi beni buraya. Çok aradım. Çok ağladım. Çok koştum. Çok yoruldum. Bitti. Bir bahar günüydü, nasıl unuturum, elimi bırakıp “bekle” dedi babam. Bekledim, sardunyalar çiçek açtı, ben çırılçıplaktım, sadece özlem vardı hatırımda. Bekledim, duvarlar sarardı, perdeler sarardı, ben sarardım. Renkler halkalanıp sarının etrafında, bu otelin rengi oldu. Kokular bir açık hela kapısından sızıp bu otelin kokusu oldu. Sardunyalar sardı her tarafı. Ben, eşikte bırakılmış terlik gibi durdum, bekledim. Terlik olduğumu unuttum beklerken, ama babamı unutmadım, o bahar gününü unutmadım.
Dış kapı açıldı. Bir kat yukarıdan duydum gıcırtıyı. Duyar duymaz da yeni birisinin geldiğini anladım. Sayamadığım kadar çok insan, hepsi aynı ürkeklikle geçer o kapıdan. Gıcırtı yükseldikçe onlar ürperir. Yavaşça dokunuverirler bir an önce kapansın diye. Nefeslerini tutmaya çalışarak yürürler loş koridorda. Gözleri beni arar, otel katibini… Koridorun sonundaki karanlık merdivenin başında durup yukarı bakmaya çalışırlar. Küçük adımlarla basamakları birer ikişer çıkıp otelin kapısına gelirler. Beni görürler.
– Merhaba!
– Burada merhaba yoktur.
– Kalacak yer arıyordum.
– Burada kalınmaz, burada yalnızca beklenir.
Ben ne söylersem söyleyeyim sararmış sürahimdeki su beni onaylar, tütün kolonyası beni onaylar. Ve etrafına şöyle bir baktı mı karşımdaki, burada yaşam olmadığını anlar. Berbat bir oteldir burası, berbat bir otel gibi kokar. Hele gece oldu mu, insanı sararmış bir hüzne boğar. Halısı yoktur odaların, tüm pencereler birbirine bakar. Burada kalan herkesin bir beklediği var. Yaşamla ölüm arası bir yer burası. Burada kimse kalmaz, kalınmaz burada. Çok aramışlardır, çok yorulmuşlardır, gelirler, bir oda veririm onlara, durup öylece beklerler. Ben öylece, durup beklerim.
Merdivenin ışığı gecikmeli de olsa yandı. Otelin kapısı açıldı. Sanki bin yıldır hiç açılmamış gibi açıldı. Sanki babam, bıraktığı yerden, yine elimi tutmuş gibi açıldı. Bir nefes doldu ciğerlerime. Sanki ilk nefesimmiş gibi doldu. Sanki son nefesimmiş gibi doldu. Bir şey gelip durdu karşımda ama ne olduğunu anlamadım. Babam beni mi çağırmış anlamadım. Ben bir sardunya mıymışım anlamadım. Gelip bir şey oturdu gözlerimin içine, tutamadım. Yıkıldı, toz oldu otel, tutamadım. Bir ben kalakaldım ortalık yerde, bir de deniz. Ayaklarımın ıslandığını hissettim. Tüm dünyanın ıslandığını hissettim. Gözlerimi son kez açtım ve bir daha hiçbir şeyi özlemedim.