- “Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde” isimli ilk kitabınız 2012 yılında okurla buluştu. 2013 yılında “Olduğu Kadar Güzeldik” isimli öykü kitabınız 60. Sait Faik Hikâye Armağanı’na layık görüldü. Ardından “Dünya Bu kadar, Benim Adım Feridun, Öbürküler, Sarı Yaz, Kara Yarısı, Diğerleri, Gaip” adlı kitaplarınız yayımlandı. Yazmak sizin için ne ifade ediyor? Yazınsal yolculuğunuzdan bize biraz bahsedebilir misiniz?
Yazmak içimdeki anlatma iştahını tatmin etmek için kendime bulduğum eşsiz ve eğlenceli bir araç. Aslında biraz fazlaca cüretkar bir eylem olmakla birlikte insanın benliğini ele geçiren, okurluktan gelen deneyim karşısında yazmaya heves eden kişinin elini kolunu bağlayan bir yanı da var. Ben yazmayı çok seviyorum. Neden yazıyorsun, sorusunun cevabı bende her zaman bu. Bir gün sevmemeye başlarsam o zaman yazmam herhalde.
- Ünlü yunan filozof Epictetus “Bir insanın anavatanı çocukluğudur” der. Çocukluk yılları Bandırma ve Erdek’te geçen ve bunu öykülerine nahif biçimde yansıtan bir yazar olarak çocukluğunuz ile kaleminiz arasında sizce nasıl bir bağ var?
Anlattığım çocukluğu ya da anlattığım memleketi kurguladığımı söylemeliyim en baştan. Çocukluğum pek öyle anlatılmaya değer bir şey sayılmaz. Keza çocukluğumdan hatırladığım kendi coğrafyam da aslında gerçekte olmayan, tamamen benim kurgulayarak günden güne içine yerleştiğim bir hayali evren aslında. Öte yandan gençliğimin sona ermiş olmasını bir şekilde kabullenebiliyorum. Ama çocukluğumun bitmiş olmasına hala ikna olamadım. Sanırım meselenin kaynağı burada.
- Yazarlık kariyerinizin yanı sıra uzun yıllardır çevirmenlik yapıyorsunuz. Çeşitli dillerden çok sayıda kitap, makale ve öyküyü dilimize kazandırdınız. İbranice, İngilizce, Fransızca, İspanyolca, Osmanlıca, Farsçadan çevirileriniz var. Sekizin üzerinde dile hakim olduğunuzu biliyorum. Dünya Çocuk Edebiyatı alanında nam salmış birçok yazarın özel kitaplarını Türkçeye çevirdiniz. Çeviri ve özellikle çocuk edebiyatı sizin için ne ifade ediyor?
Çeviri benim için çoğunlukla ekmek parasını ifade ediyor. Elimden başka iş gelmediği için çeviri yapıyorum diyebilirim. Bazı çevirmenler vardır onlar bu işe kendilerini adamışlardır. Ben o kadar idealist ya da romantik bir mesafeden bakamıyorum çeviri işine maalesef. Sanırım gençlik yaşlarımdan beri hep çeviri yaparak geçinmek zorunda kaldığım için. Ama çocuk kitaplarını çevirmeyi çok seviyorum. Çevirinin üzerime yapıştırdığı profesyonellikten kurtulabiliyor, o kitabı minik ellerinde tutacak çocukları düşündükçe seviniyorum. Burada ekmek parasından daha öte bir şey var şüphesiz.
- Her gün disiplinli bir şekilde yazar mısınız? Bir öyküye başlarken sonunu bilir misiniz yoksa öykü kafanızda yazarken mi şekillenir? Yazma eylemi sırasında müzik ya da farklı eşlikçileriniz olur mu?
Her gün çalışırım. Bilgisayarı ya da defterimi önüme açmadığım tek bir gün yoktur. Hafta sonum, “off” günüm, tatilim, “me time”larım yoktur. Sadece çalışırım. Genellikle yazacağım şey son cümlesine kadar aklımdadır. Ama nasıl yazacağıma yazarken karar veririm. Hikaye beni götürür gitmek istediği yere. Müzik dinlemem ama kalabalık ya da gürültülü yerlerde de çalışabilirim. Hiçbir şey engel olamaz çalışmama.
- Edebiyat metinleri, sinema ve televizyon endüstrisinin vazgeçemediği kaynakların başında geliyor. Son yıllarda Berlin, Cannes ve Venedik’te ödül kazanmış pek çok filmin senaryosu edebiyat metinlerinden uyarlamaydı. 60. Sait Faik Abasıyanık Hikâye Armağanı kazandığınız “Olduğu Kadar Güzeldik” kitabınızın içinde bulunan “Benim Adım Feridun” isimli öykünüz, ünlü yönetmen Çağan Irmak tarafından 2016 yılında beyazperdeye taşındı. Edebi metinlerin sinemaya aktarılmasını nasıl buluyorsunuz?
Edebiyat ve sinema aslında birbirine epey uzak şeyler bana kalırsa. Çünkü okuduğumuz her kitapta zaten o kitaba filmi kendi zihnimizin içinde çekiyoruz. Yazılı bir hikayenin filmleşmesi bu bağlamda önemli riskler taşıyor. O yüzden edebiyat uyarlamalarına sanki yazarın eseriymiş gibi bakmayı bırakmak lazım belki de. O sinemacının eseridir ve öyle bakarak değerlendirmelidir bence. Yani eğer Seyfi Teoman, Barış Bıçakçı’nın romanından film yapmışsa artık ona Barış Bıçakçı’nın kitabı değil Seyfi Teoman’ın filmi diye bakmak lazım. Ya da ben öyle bakmaya çalışıyorum diyeyim.
- Ülke olarak çok zorlu zamanlardan geçiyoruz. “Sarı Yaz” kitabınızda deprem gibi güçlü bir metafordan yararlanarak depremin kişilerde yarattığı endişe, acı, şok halini yalın bir dille okura aktarıyorsunuz. “Dünya Bu Kadar” adlı romanınızda da deprem vardı. Büyük acılar yaşadık hala da yaşamaya devam ediyoruz. O günlerden bugünlere hiçbir tedbirin alınmadığını, rant uğruna toplama alanlarına rezidansların, alışveriş merkezlerinin yapıldığını görüyoruz. Yaşadığı toprakların sorunlarına, acılarına eğilen ve bunu her fırsatta dile getiren bir yazar olarak bu konuda neler söylemek istersiniz?
Sizi yasal olarak zor durumda bırakacak şeyler söylemek istemem. Daha aşağısına da dilim dönmez.
- 2013 yılında almış olduğunuz Sait Faik Hikâye Armağanı’nı, Gezi Direnişi’nde yaşamını yitiren gençlere adadınız. Sizce yazar, çağının gelişen olaylarının etkisinde kalarak sıradan bir insan gibi politikacıların anlattıklarına, görsel ve yazılı medyanın sunduğu biçimlemelere göre şekillenen biri midir yoksa yarattığı yapıtlarla kitlelere ilham veren, toplumun kültürel, sosyal ve siyasi yönetimlerini şekillendiren, gelecekle ilgili yeni varoluş biçimleri önerebilen kişi mi olmalıdır?
Bunun yazarlıkla, sanatkarlıkla doğrudan ilgili olduğunu düşünmüyorum. Sanatın kitleleri bilinçlendirmek, onlara eğriyi doğruyu gösterip örnek olmak, politik duyarlılıklar taşımak gibi bir mecburiyeti yoktur. Ama sanatçı bu özelliklerin hepsine sahip olabilir. Bunun da sanatçı kişiliğinden değil insani ya da politik hassasiyetlerinden kaynaklandığını görmek gerek sanırım. Sanatçının konumlanışı ona bu konumlanışa uygun eserler vermek zorunluluğu dayatmaz. Dayatmamalıdır bana kalırsa.
SÖYLEŞİ: GÜLİN EREN SAYGIN