AYLAK DERGİ

RENAN BİLEK

Müziği ve oyunculuğu ile sanatın içinde seyahat eden, oynadığı rollerle oldukça sevilen; Renan Bilek ile bir aradayız.

-Konuşulacak çok başlık var ama öncelikle Fransızcadan başlayalım dilerseniz. Fransızca ile aranız nasıl?

 Fransa’ya ilk gidişim geldi aklıma, o zaman evliydim. 4 kişi Fransa’ya gideceğiz. Galatasaray Lisesi’nden mezunum ama dili kullanmıyorum. Kullanmadığın hiçbir şey de sana ait değildir. Buna eşyalar da dahil. Arada bir Fransızca şarkı söylüyorum ama ezberimden. Oyuncu olduğum için de güzel bir taklitle söylüyorum tabi. Fransızca öğrenmişim, 8 yıl okumuşum ama kullanmadıkça kelime dağarcığım daralmış. Olayın “-la -le” gibi artikellerinde değilsin zaten, onu düzeltiyorlar. Fransızca konuşmaya çalışmanı seviyor Fransızlar. Harika da konuşsan, İngilizce konuşunca sana gıcık olurlar. 4 kişi arasında tek Fransızca bilen bendim. İngilizcem de çok iyi değildi. Bir ‘pub’a gittik menüyü aldık elimize. Arkadaş, hiç mi bir şey anlamazsın? Hamburger yazıyor, kola yazıyor onu anlıyorum, başka bir şey anlamıyorum. Biri “Abi domuz eti varsa yemem.” dedi. “Tamam.” dedim fakat Fransızcada domuz ile yenen domuz eti farklı. Biri Cochon diğeri Porc.   Hangisi hangisiydi? Bilmiyorum. En son “Buranın hamburgeri güzel” deyip durumu kurtardım. Garson geldi, bir şey söylerken zorlanıyorum. Gak-guk şeklindeyim… Kafa göz yara yara. Ama güzel şekilde Fransız aksanı yapıyorum, yanımdakiler de konuşuyorum sanıyor. Oysa ben “Ya ben aslında şey istiyorum, neydi?” diyorum, adam “Bunu mu demek istiyorsunuz?” diyor, “Bilmiyorum ki!” diyorum. Sonuçta beş gün kaldık Fransa’da ve ben, beş gün boyunca konuşmak zorunda kaldım. Son gün havalimanında bir garsonla bildiğin sohbet ediyorduk.

Konuşmak zorunda kalmak o kadar hızlı etkiliyor yani?

Hemen etkiliyor. Yurtdışına gittiğinde Türklerle görüşmemek önemli… Mecbur kalınca kafa acayip çalışıyor. Diğer seyahatimde arkadaşıma gittim. Arkadaşım Türk, eşi Fransız. Eşi Türkçe biliyor. Hatta ona Türkçesinin, benim Fransızcamdan iyi olduğunu söyledim. Konuşurken hiç Türkçe konuşmadık. Dilin aktif olması gerekiyor.

Fransızcanın sanat hayatınıza doğrudan etkisi oldu mu?

Şarkılarımda evet. Onun dışında doğrudan bir etkisi olmadı. Chanson kültürünü çok severim. Lisedeyken olaylı bir Fransızca yarışmamız vardı. O zamanki Fransız Kültür Merkezi yönetiminin düzenlediği bir yarışmaydı. Şimdiki FKM yönetimiyle bir ilgisi yok tabi bu olayın. Neyse, olay şu şekilde: “Frankofon Okullar Arası Müzik Yarışması” yapılmış, bizim okulda düzenlenmişti. Ankara’dan Tevfik Fikret, İstanbul’dan Saint Joseph, Saint Benoit falan katılıyor. Hepsini anımsamıyorum. Yarışmanın önemli yanı Fransızca diliydi. Müzik değil. Yani yarışmaya katılmak için herhangi bir şarkı kullanılabilirdi. İstenen şey, Fransızca olarak orijinal söz yazmamızdı. Ama biz bilinen bir şarkıyı kullanmadık. “Toujours toi” (Hep Sen) adında bir şarkı yaptım ben. Tam bir balattı. Ama 3.olduk. İlk ikide Saint Benoit ve Saint Joseph vardı. Hangisi birinciydi hatırlamıyorum. Yalnız şöyle bir sıkıntı oldu yarışmada; 1. olan şarkının sözleri Melike Demirağ’ın söylediği “Arkadaş” şarkısının Fransızca çevirisiydi. Oysa kural gereği müziğin değil ama sözlerin orijinal olması gerekirdi. Buna itiraz ettik tabi. Ve sonra olaylar gelişti. Tam 12 Eylül sonrasıydı. Tercüman Gazetesi konuyu hemen “vatandaşlıktan çıkarılmış kişinin şarkısını söylediler” şeklinde yazdı. Bizimle röportaj yapmak için de okula geldi. Biz de Melike Demirağ’ı çok sevdiğimizi, sorunun Melike Demirağ’ın şarkısının söylenmesi olmadığını söyledik. “Arkadaş” şarkısının Fransızca çevrilmesi de güzel tabi ama problem yarışmanın kurallarına uyulmamasıydı. Tercüman gazetesinin ortalık kızıştırma çabası elinde patlamıştı ama o gün bir kere daha her yarışma sonucunun aslında -doğru ya da yanlış, haklı ya da haksız, adaletli ya da adaletsiz- bir jüri tercihi olduğunu görmüş oldum. Jüriden iki kişi değiştirsen mesela, sonuç değişir. Yarışmaları çok da ciddiye almamak gerekir yani.

Yarışmaların yine de işe yarar bir kısmı yok mudur sizce?

Olmaz olur mu, illa ki vardır. Mesela, aslında kendini gösterme alanıdır yarışmalar. Öykü veya roman yazarı olduğunu düşün, kendini göstermen gerekiyordur. Hele de yazarların okurlardan fazla olduğu bir ülkede birtakım uzmanların elinden geçeceğini bildiğin için oraya eserini sunmak bir avantajdır. Sanatçının üretimini ve kendisini gösterme isteğine saygı duymak gerekir. Ayrıca olur da kazanırsan ve eline bir ödül verirlerse, hele ki ödül de biraz ağırsa, onun da iki avantajı vardır. Biri, insana ukalalık etme şansı vermesidir. Diğeri ise yazın balkon kapısını açtığında cereyan olursa balkon kapısının önüne koyarsın, kapı çarpmaz. Başka da bir halta yaramaz.

Ortaoyuncular serüveniniz nasıl başladı?

Sınava girdim, kazandım. Fakat ben fark yaratmak için küçük bir üçkağıt yaptım. Ferhan Şensoy ustam iyi bir Galatasaray Liseliydi. Ve bizim liselilere karşı da bir zaafı vardı. Bir de enstrüman çalanlara. Ben de başvuruda “lise mezunu musun, üniversite mi?” anlamında eğitiminizin sorulduğu soruya hiç gerek yokken Usta bilsin diye, Galatasaray Lisesi mezunu olduğumu yazdım. Bir de üzerine sınava gitarla girdim. Hazırlamam gereken parçaya da bir şekilde müzikli bir anlatım sıkıştırdım. Aslında bilmeden, sadece hissiyatla, sonradan “Trubadur” olduğunu öğrendiğim şeyi yapmışım meğerse. Değişik bir şeydi tabi. Sonuçta sınavı kazandım ve ustanın amatör grubu Nöbetçi Tiyatro’ya girdim. Ferhan Usta, bizlerle hiç teorik çalışma yapmadı. Eskiden yaparmış. Bizim zamanımızda bırakmış. “Teorik derslerden kaçıyorlar, kimse dinlemiyor. Sizle uğraşacak halim yok, direkt çalışalım, kervan yolda düzülür” dedi. Bir açıdan doğrudur. Tiyatro, sahne işidir. Sahnede pişersin. Çok oyun okumak ve oynamak gerekir. Kim ne anlatırsa anlatsın önemli olan yapmaktır. Bir de tabi bizde acayip hiyerarşi vardı. Sahneye önce çıkmak önemlidir. Şimdi Sinema Müzesi nedeniyle yıkılan Muhsin Ertuğrul’un kurduğu o zamanki salonumuz Küçük Sahne’nin sahnesine çıkan küçük de bir merdiveni vardı. İki kişi yan yana geçemez, aynı anda sahneye çıkamazdı. Birine jest yapıp önden çıkmasını mı sağladın? Yer mi verdin? Geçmiş olsun. Artık o senden kıdemli bir oyuncudur. Çünkü sahneye senden önce çıktı. Kibarlık yaparken kıdem kaptırdıklarımız oldu yani. Ama tabi zaman içerisinde, basıp geçiyorsun kimi zaman. Dayanamayanlar oluyor. Eleniyorlar, bırakıyorlar.

Neden dayanamıyorlar?

Çoğunlukla maddi sebeplerden… Bu işler maddi olarak dayanabilmeyi gerektiriyor. Hele ilk zamanlarda. Kolay değildir yani. Benim hep dayanacak gücüm oldu. Çünkü çok erken yaşta kendi işimi yapmaya başladım. Müzisyenlik yapıyordum, oyunculuk yapıyordum, reklam ve metin yazarlığı yapıyordum. Yaratıcılık sürecinde, bir şekilde paramı kazandım ve hayatımı sürdürebildim hep. Kolumda altın bilezikler vardı sonuçta. Zaman içerisinde de profesyonel olup, Ortaoyuncular’a katıldım.

Ferhan Şensoy ile orkestra kurma süreci nasıl ilerledi?

Beyoğlu Halep Pasajı’ndaki Ses 1885 Ortaoyuncular Tiyatrosu açılırken “Kahraman Bakkal Süpermarkete Karşı” oyununun yeniden sahneleneceğini duyurdu Usta. Tüm arkadaşlarım hem oyuncu hem müzisyenim diye -ki o zamanlar piyasada müzisyen olarak çalışıyordum- “Kesin bu adam yapar müzikleri” diye beni işaret ediyorlardı. Aslında şarkıları bestelemekten değil, sahnede çalmaktan bahsediyoruz. Çünkü müzikler zaten yıllar yıllar önce, oyun ilk kez sahnelenecekken, sonradan herkesin MFÖ’yle tanıyacağı Fuat Güner ve Özkan Uğur tarafından nefis şekilde yapılmış ve sahnede çalınmış. Hatta aynı ikili “Şahları Da Vururlar” oyununun da müziğini yapmışlar. Ben de ümitlendim tabi insanların dolduruşuyla oyunda rol alacağım, sahnede olacağım diye. Oysa Ses Tiyatrosu’nda eski salonlar gereği bir orkestra çukuru vardı ve Ferhan Ağabey oyun için bir orkestra kurulmasını istiyordu. Ancak kendi amatör grubundan profesyonel olmuş bir oyuncu kardeşi yerine, isim olan ve sektörde iyi tanınan profesyonel bir müzisyen ile Serdar Kalafatoğlu ile anlaştı. Çok iyi bir müzisyendir Kalafatoğlu. Hemen bir orkestra kurdu piyano, davul ve üç tane nefesliden oluşan. Daha önce 2 gitarla çalınan şarkıları yeni hali için düzenledi. Çok da nefis oldu. Kesinlikle. Ama “Yorgun Matador” oyunu çıkacağı zaman Kalafatoğlu ve Ferhan ağabey anlaşamadılar. Usta, oyunun müziklerini evde küçük bir orgla kendi yapmıştı. Açıkçası oyun müziğinden çok iyi anlardı Ferhan ağabey. Müzikaldir, müzikli oyundur, nerde nasıl olmalıdır, vs… Bunları gerçekten çok iyi bilirdi. Ama anlamakla yapmak çok farklı şeylerdir. Bilmek başka bir şey, yapmak başka bir şeydir. Ve yapmak konusunda aynı başarıyı gösterdiğini söyleyemem. Velhasıl Serdar Kalafatoğlu ve Usta anlaşamayıp yolları ayırıyorlar. Fakat oyunun provaları sürüyor ve hala ortada müzikler yok. Başta rahmetli Rasim ağabey (Öztekin), rahmetli Parkan (Özturan), Canan (Yüksek) ve Arzu (Bigat Baril) “Renan’a söylesen ya Usta, o halleder” diyorlar. Ve Usta da çağırıp “yapar mısın?” dedi bana.

Siz durumu nasıl toparladınız?

Oturdum, düzenledim ve vals yapmayı düşündüm. İki tane şarkıyı kasete çektim gitarla. Ferhan Ağabeye götürdüm. “Nedir bu kardeşim? Ben böyle bir şey yapmadım ki, sen kafana göre değiştirmişsin” dedi. “Hocam forma oturttum” dedim. “Yani bir tartıma soktum.” İyice dellendi: “Bütün müzisyenler de aynı şeyi söylüyor abuk sabuk. Ne bu kardeşim? Ben ne yaptıysam onu istiyorum.” Hala anlatmaya çalışıyorum ben tabi “Hocam olmaz” diye. Ama gerçekten de olmaz. Bir satır 4/4’lük, 2.satır 5/8’lik, 3.satır 6/8’lik gibi. Kafasına göre dalıp gitmiş Usta sözlere. “Kardeşim bu tiyatro müziği. Olmaz diye bir şey yok” diyor Ferhan Ağabey. “Tiyatro müziği de müzik ama ağabey. Sol anahtarını çizip notaları porteye bir şekilde yerlerine oturtmam lazım. İnsanlara partisyon dağıtmam lazım. Bir ölçüsü olmalı” dedim. Artık isyan halindeyim ama. “Kardeşim, sen kendi tiyatronu kurduğunda, kendi müziğini yaparsın” dedi. “Peki” dedim, konu kapandı. Sonuçta ustam. Ustaya “Al kendin yap” deme lüksüm yok. Kurdum grubu, getirdim arkadaşları. Benim çaldığımı dinlettim önce. “Aaa, vals.” dediler. Sonra Ustanınkini çıkarttım. Herkes “Bu ne ağabey?” dedi. Dedim “Olay budur arkadaşlar. Ferhan ağabey bunu istiyor.” Piyanistimiz Alper (Maral), “Bu notaya yazılamaz ama” dedi. “Vallahi bir formül bulacağız artık” diye yanıt verdim. Davulcumuz Hasan’a, “gerekirse her sese bir vuruş yapacağız, motamot olacak ama bir şey yapacağız, başka şansımız yok” dedim. Başladık kendimize göre notlar alıp ifadelerle yazmaya. En güzeli kemancımız Selçuk’un (Öngüt) notlarıydı: Kuru kafa koyuyor, şimşek koyuyor, ünlem koyuyor. Kendine göre ifadeler bulmuş. Mesela ünlem, “dur bekle” demek, şimşek, “hocanın ağzına bak” demek vs. En nihayet yaptık şarkıları ve yırttık. Grup YGD.

Müziğin bu kadar içerisindeyken oyunculuğa nasıl başladınız?

Ben bunu 11.yılına giren “Aramızda Kalsın” adlı oyunumda da anlatıyorum. Ben kendimi hep müzisyen olarak hayal ettim aslında. Lise yıllarındaydı sanırım, bir Timur Selçuk konseri izledim. Timur Usta, bilirsiniz piyano eşliğinde söylerdi şarkılarını. Hayatında bir dönem var, piyanoyu bırakıp sadece şarkıcı olarak şarkı söylemeye çalıştığı. Şarkıcı olarak söylemeye çalıştığı diyorum çünkü sahne üzerindeysen, sahneyi kullanmak da gerekir. Orada biraz rahatsızlık hissediyor Timur Usta. Bir ara dedi ki konserde: “Canlar, biliyorsunuz ben hep piyano ile söyledim şarkılarımı. Şimdi böyle piyanoyu bırakınca, ellerimi nereye koyacağımı bilemedim.” Ben o zaman uyandım işe. Evet ya. Böyle bir durum var. Ben de gitar çalarak şarkı söylüyorum. “Biri elinden gitarı alsa Parkinson gibi olursun” dedim kendi kendime. Demek ki sahneyi ve vücudu kullanmayı öğrenmem gerekiyor, diye düşündüm. Lisede tiyatro ile uğraşıyordum gerçi ama biraz daha işin içinde olmak gerektiği ortaya çıktı. O zaman daha çok ciddiye aldım işi.  

Ferhan Şensoy’un oyununa sahne mi yazmıştınız?

Evet ya, yaptım vallahi öyle bir denyoluk. Daha bombası, yazmakla kalmayıp, götürüp kendisine vermeye kalktım. Olay şu aslında: Usta “Bizim Sınıf” isimli oyununu getirdi bizim Nöbetçi Tiyatro ekibine. Sanırım zamanında Ali Poyrazoğlu oynamış ustanın bu oyununu. Oyunda 4 erkek, 7 kız rolü var. Biz de tam 12 kişiyiz. 7 kız, 5 erkek oyuncu var bizde. Ama oyun senaryosunda şarkı sözleri de var. Anlaşılan o ki bana müzikler kalacak. Sınava da gitarla girmiştim zaten. Haliyle ihale bana kaldı. Asla şikayetçi değilim ama. Zaten bunu yapmak için can atıyordum. Çok şey öğrendim ustadan tiyatro ve müzik ilişkisi olarak. Sonuçta “Bizim Sınıf” oyununun müziklerini yaptım. Haftada bir mi iki mi yalan olmasın, provamız var. Daha okuma provaları devam ederken, dinleye dinleye neredeyse tüm oyunu ezberledim ben. Gelmeyenin yerine, zırt hemen ben geçip onu marke ediyorum. İş yürüsün, prova devam etsin. Kız da olsa, erkek de olsa. Kim yoksa, hemen ben. Ferhan ağabey gülerek dalga geçmeye başladı benle. “Maymun gibi herif ya” diyordu. “Kadını oynuyor, erkeği oynuyor. Sana bir rol yazalım o zaman ya! Müzik hocası Avarel Necati yapalım seni” diye gülüyordu. Ama usta yani beni niye ümitlendiriyorsun? Provalar geçiyor, zaman geçiyor, bizim Avarel Necati bir türlü gelmiyordu. Bir gün oturdum üç sahne yazdım Avarel Necati ile ilgili. Bir sarı zarfa koyup Ustaya götürdüm “Hocam ben bir şey getirdim” diyerek. O hep “Yazdığınızı getirin” derdi. Kendi yazdığını götürür ama insan değil mi? Hocanın oyununa sahne yazmak da nedir yahu? “Bu nedir Renan Çelik Bilek?” “Böyle böyle demiştiniz ama hâlâ yazmadınız. Herhalde vaktiniz yok. Ben bir şeyler yazdım” dedim. “Sen, Bizim Sınıf’a sahne mi yazdın? Git kardeşim! İlerde kendi tiyatronu kur kendi oyununu yazar ona koyarsın bunları” dedi ve gitti.

Ferhan Bey, o sarı zarfı açıp okudu mu peki?

Hayır! Almadı bile. Neden alsın? Adamın yazılmış ve daha önce oynanmış oyununa bir şey ekliyorsun. Bir de Ferhan Şensoy kendince ekleme yaptığın oyunun sahibi. Adama “yuh!” derler. 

Peki bu kadar çeşitlilik içinde hem müzik hem oyunculuk hem de hayatın getirdikleri arasında motivasyon kaynağınız neydi?

Motivasyon kaynağı zaten hayatın ta kendisi. Geçenlerde, düşünürken mesela hiç hobim olmadığını keşfettim. Evde sıkılmış oturuyorum, kafamı dağıtacak bir şey bulmak istiyorum. Telefonumda bir sürü oyun var. Setlerde çok oynarız çünkü. Bazen geçmek bilmez zaman. Yarım kalsa da bir şey olmayacak oyunlardan. Kafa boşaltmaya yarar. Ama gündelik hayatında da bir şey istiyorsun kafanı boşaltacak. Sürekli telefonda oyun mu oynayacağız? Baktım benim tüm hobilerim işim olmuş. Düşündüm “Ne var?” Resim yapmayı bilmiyorum. Anaokulundayken hamurdan adam yapmıştım, sergiye çıkmıştı, ben hâlâ oradayım. Dedim “Acaba gidip bir kursa mı yazılsam?” Hobim kalmadı çünkü. Yaşam enerjisi de zaten hayatın üzerindedir. Şöyle bakıyorum bunların hepsi birer meslek tabiî ki de. Tamam sanatla uğraşıyoruz da sanat yapıyoruz da, bu işler aynı zamanda da evini geçindirdiğin birer meslek. En nihayetinde çorbanın kaynaması lazım, Cem Karaca’nın deyimiyle. Sonuçta ilgilendiğin şeyler hayata dair karın ağrılarını döktüğün şeylerdir. Hayata dair sözün varsa sen bunu sanat vasıtasıyla söylersin ya da siyaseten söylersin. Bu senin işin olduğunda sıkıntı şu ki, sözün aynı zamanda mesleğin… Burada başka şeyler de devreye giriyor. Çünkü bazen hayatını döndürmek için, onay vermediğin şeyleri de yapman gerekebiliyor. O zaman konumunu iyi oturtman lazım, hayatın bu çelişkilerle geçiyor. Bazen direniyorsun bazen direnemiyorsun. O zaman da diyorsun ki: “Ben oyuncuyum, emeğimi satıyorum. Ben oynamakla yükümlüyüm. Oynarım. Limoncu limonunu satıyor, ben de emeğimi satıyorum.” Bu aşamada onur kırıcı ya da utanacağın bir şey olmamasına önem veriyorsun. İş sonuçta. Yapılacak. Yapılacak ki masraflar ödenecek. Sen işsiz kaldığında sana nasıl davranman gerektiğini kimse söylemiyor çünkü. Çocuğunun bezini, eşinin boğazından geçecek lokmayı sen almak zorundasın. Sana ahkam kesenler vermiyor bunu yani. Sonuçta hayatını devam ettirmen gerekiyor.  O yüzden belki de ben bir sürü şeye bulaştım. Multi disipliner bir adam oldum. 

Peki, büyük ustalarla bir arada büyümek, gelişmek nasıl bir duygu? 

O kadar iyi ustalarla çalıştım ki, müzikte de yazıda da tiyatroda da… Eşeği koysan adam olurdu diye düşünüyorum. O arada biz de bir şeyler öğrendik haliyle. Bir sürü hayata dokundum. Bir sürü nefes değdi üzerime. Birçok insanın elinden geçtim. Birçoğu da benim elimden geçti. Tiyatroyu düşünürsek mesela. Ferhan Ustanın yanında sahneye çıkıyorum, sahnede Münir Özkul, Erol Günaydın, Rasim Öztekin. Kadroya bak. Cem Karaca mesela. “Orkestrasında sadece kaşık çalmaya bile razıyım” dediğim bir sanatçıyla tek gitar sahneye çıktım. Tek gitar var, onu da ben çalıyorum, başka kimse yok. 

Bir orkestra yok muydu?

Kuramıyorduk. Kurulanlar uzun soluklu olmuyordu. Solcular “Dönek” sağcılar “Komünist” diyordu Cem ağabeye. Sürekli konser alamıyorduk. Dolayısıyla orkestra elemanını da yaşatamıyorsun. Müzisyenlerin sürekli çalışması lazım çünkü. Müzisyenler sık sık değişiyor, toplama kadroyla konser oluyordu.

Nasıl gelişti Cem Karaca ile sahneye çıkmanız?

“İnsan Hakları Gecesi” konseri var dedi Cem ağabey. “Ekip kim?” diye sordum, “Ne ekibi? Senle ben” dedi. “Nasıl yani?” dedim. “Sen gitar çalacaksın ben de söyleyeceğim” dedi. Cem Karaca bir girerse şarkıya camlar sarsılır. Baba da öyle bir ses var. Ve bu sese tek gitar yani öyle mi? “Olur mu ki ağabey öyle şey? Çok cılız kalmaz mıyız” diye sordum? “Valla sen olmazsan ben kendim çalacağım” dedi rahmetli gülümseyerek. Usta tek parmakla gitar çalardı, öyle gitaristliği falan yoktu. Müzik dünyası hayrına kabul ettim tabi görevi.

Son olarak, Cem Karaca demişken, biraz daha ondan bahsedebilir misiniz?

Muazzam bir adamdı Cem Karaca. Duyguları ile yaşardı, aklını çok iyi kullanırdı ama tercihlerini duygusal yapardı. Çok net bir adamdı. Ya “öyle”ydi ya “böyle”. Hiç “öyle böyle” olmadı. Neye inanıyorsa o oldu ve açıkça da söyledi. Geçmişle çelişmekten de hiç çekinmemişti. “Değişmeyen tek şey, değişmenin kendisidir” derdi hep. Hiç sahtekarlığını, yalakalığını, riyakarlığını görmedim. Mert, düz, net bir insandı. Ama bir huyu vardı ki, bence çok zararını gördü hayatı boyunca: Şeytanın avukatı olmayı seviyordu. Herkesin ‘a’ diye düşündüğü yerde kendisi de ‘a’ gibi düşünse bile ‘b’ deyip düşündürmeyi, kafaları kurcalatmayı seviyordu. Kendisine laf edenlere de kızmıyordu. Bir konserinde yuhalayanlara, bağıranlara “Hiç sorun değil. Ben karşımda müritler ordusu istemiyorum beni eleştirin” diye cevap verdi. Sanırım, gençlik ateşimle, hatta kimi zaman biraz da suyunu çıkararak en çok ben eleştirmişimdir yanındakiler arasında Cem ağabeyi. Ama o kadar olgun, anlayışlı ve esprili bir adamdı ki. Bana hep “Oğlum sende kendi gençliğimi görüyorum” derdi, ben de “Aman ağabey, Allah yaşlılığımı sana benzetmesin” derdim. Kahkahayı basar, gülerdi. Bir gün sosyalizm üzerine konuşuyoruz, ben heyecanla Cem Karaca’ya Marx’tan alıntılarla bildiğin doktrin anlatıyorum. “N’apıyorsun oğlum sen?” diye sordu. “Bana Marx’ı mı öğretiyorsun? Ben Kapital’i Robert Koleji’nde İngilizce okudum.” dedi. Fırsatı bulmuştum. “Bak şimdi oldu işte Usta” dedim gülerek. “Ondan anlamamışsın desene. Keşke Türkçesini okusaydın.” dedim.  ‘‘Eşeğe bak yahu. Yine soktu lafı.” dedi. Çok özlüyorum.

-Söyleşimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Fransızcadan müziğe, müzikten oyunculuğa uzanan ve hayata dokunan çok kıymetli bir sohbetti Renan Bey. 

SÖYLEŞİ: SU KARATAŞ

Abone Ol

Yeni sayılarımızdan haberdar olmak için
ücretsiz abone olabilirsiniz.