AYLAK DERGİ

BUKET UZUNER

1- İlk öykünüz Efendi, Dönemeç Dergisi’nde (1977) yayımlandığında üniversitede öğrenciydiniz. Mor ve Ötesi öykünüzle 1988 Yunus Nadi Öykü Yarışması’nda mansiyon ödülü, Balık İzlerinin Sesi kitabınızla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü, Kumral Ada Mavi Tuna ile 1998 İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Ödülü’nü kazandınız. Türkiye Cumhuriyeti’nin 75.yılında “Cumhuriyet’in 75 İz Bırakan Kadını’ ndan biri” seçildiniz. 2002 yılında yazarlığınızın “25.Gümüş Yazını” kutladınız. 2016 yılında Ankara Üniversitesi ve Ankara Öykü Günleri Derneği’nce verilen “Öykü Onur Ödülü” 2019’da İTÜ Öğrencilerinin İşletme Müh. Kulübü Sosyal Medya Yazar Ödülü’nü aldınız. Eserleriniz birçok dile çevrildi ve uluslararası alanlarda yayımlandı. Otuz yılı aşan yazınsal yolculuğunuzdan bize biraz bahseder misiniz?

Sorunuzu duyar duymaz, çok değerli bilim-felsefecisi ve biyolog Donna Haraway’in söylediği şu sözler aklıma geldi: “kişinin biyografisi okunduğunda ve geçmişinde yaptığı iyi işler sayıldığında orada olması gereken kendisi değil, anne-babasıdır.” Bu sorunuz karşısında benim de ilk hissettiğim bu oldu. Zaten siz oldukça ayrıntılı bir araştırma yapmışsınız bana anlatacak pek bir şey kalmamış. Ben olsa olsa, yayıcısından yazarına, şairinden eleştirmenine, gazetecisinden dağıtıcısına, editöründen medya sorumlusuna kadar her alanında erkekler ve erkek kurallarının hâkim olduğu edebiyat, sanat ve akademik alanda kendini kanıtlamak isteyen cesur, yetenekli ve kararlı genç kadınlara önlerine çıkacak bütün psikolojik ve fiziksel şiddete ve her çeşit dışlanmaya ve engele rağmen yalnız olmadıklarını ve asla vazgeçmemelerini önerebilirim. Eğer söyleyecek sözünüz, özgün fikirleriniz ve hikâye edebilme yeteneğiniz olduğuna içtenlikle inanıyorsanız, mücadele etmek zorundasınız. Ucuz yollara, kolay ilişkilere taviz vermeden, farklı işlerden hayatınızı kazanarak, yazmaya ve yazdıklarınızı yayınlatmaya devam edin çünkü yazarak hayatı kazanmak dünyanın her yerinde çok zordur ama yazmaya gönül verdiyseniz maddi zorluklara da katlanırsınız. En önemlisi çok okuyun, okumadan iyi yazar olunamaz. Benim yazarlık hikâyemin en kısa özeti de budur.

2- Tabiat dörtlemeniz “Su, Toprak, Hava, Ateş” serisinin kahramanı Defne Kaman bir iklim aktivisti, çocuk ve hayvan hakları savunucusu ve gazeteci. Siz de aktivist, çevre bilimci ve yazar kimliğinizle iklim krizi mücadelesinin bir parçasısınız. Edebiyatta çevre sorunlarını işleyen ve çözümler arayan bir yazar olarak, biyolojik ve çevresel olarak ülkemizi ve dünyayı tehdit eden problemler konusunda ne düşünüyorsunuz?

Edebiyatçılar bize başka insanların hikayelerini farklı karakterlerde işleyerek anlatırlar ama o her başka karakterde yazarın bir parçasının olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım. Nasıl aynı olayı beraber yaşan kişiler onu farklı anlatırsa, yazar da hikâyesini kendi bakışıyla anlatırken elbette kendinden izler bırakacaktır. Hatta ‘her yazar aslında otobiyografik yazardır’ diyenler bile vardır. Örneğin Dostoyevski, Suç ve Ceza’da biraz Raskolnikov, Yaşar Kemal İnce Memed’te biraz Memed, Sevgi Soysal, Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nde biraz Olcay, Adalet Ağaoğlu Ölmeye Yatmak’ta biraz Aysel’dir, bence. Bu nedenle Defne Kaman kısmen bana benziyor, diyebilirim. Bana sorarsanız, Defne Kaman neredeyse bir mitolojik kahraman. Aslında Defne Kaman, dünya edebiyatı ve insan uygarlığında binlerce yıl kadına her alanda konmuş yasaklara karşı gelen 21.yüzyılın ‘Kadın Kahramanın Yolculuğu’ nu yaşayan bir karakterdir. 

Sorunuzun ikinci kısmına gelince: bugün yaşadığımız büyük tabiat yıkımına, doğal kaynakların açgözlülük ve neredeyse düşmanca sömürülmesine neden olan insan, kendisini tabiatın efendisi sanmaya başladığı için kendi evini yani dünyayı yağmalayan akılsız ve bencil bir canlıdır. Oysa yazılı tarih öncesinde insanlığın yerleşik düzene geçmeden önceki Pagan ve Şaman yani tabiat inançlı animizm veya panteizm dönemlerinde kadın-erkek ayrımı olmadan, insanın tabiatın bir parçası olarak kabul edildiği göreceli olarak tabiata saygılı bir düzende yaşadığına dair bilgilerimiz de mevcut. Sorun, dünyanın sadece kendisi için yaratıldığına yönelik inançların etkisiyle, insanın tabiatı içindeki tüm insan-dışı canlıları, hatta insanın kadın ve çocuk nüfusunu da alınır, satılır, kesilip, biçilir, işgal veya yok edilebilir bir mal olarak görmesiyle başladığını düşünenlerdenim. Yaşadığımız iklim felaketlerine rağmen önlem alması gereken (dünyada çok büyük çoğunluğu yaşlı erkeklerden oluşan) kanun yapıcı politikacıların hiçbir gerçek çaba harcamadıklarını hep beraber görüyoruz. Doğa koruma derneklerinin içinde doğayı talan eden şirketlerin yöneticileri, iklim konferansı sponsorlarının büyük petrol (fosil yakıt) şirketlerinin çıktığı, sadece insan türünde rastlanan ahlak/etik sapmaları, sahtekârlıklar silsilesi gözümüzün içine baka baka sergileniyor. O siyasetçileri seçen büyük insan kitleleriyse, bir avuç azınlık ve romantik tuzu-kurular olarak gördükleri çevrecilere sağır ve körler. Yani bir dönüşüm beklemiyorum. Benim insan türünün çoğunluğundan akıllı, mantıklı, vicdanlı ve şefkatli hiçbir beklentim yok, kalmadı. İnanmıyorsanız tarih okuyun, araştırın. FAKAT, bir biyolog olarak insanlık tarihine bakınca, insan denen canlının büyük bir dönüşümüne- evrimine tanık olduğumuz zamanlarda yaşadığımızı da görmezden gelemiyorum. İnsan zekâsı yüzyıldır yapay zekâya yol açacak icatlar peşinde ve artık bunun sonuçlarını görmeye başladık. Yapay zekâya duygu (sentient) kazandırma aşamasından bile bahsediliyor artık. Bunun sonucu iyi veya kötü olabilir ama insanlığın artık eskisi gibi olamayacağını anlıyoruz. Şimdiki içinde hepimizin olduğu insan türüne biyolojide “Homo sapiens” diyoruz, belki 500 yıllık yakın gelecekte “Homo cyborg” olacağız? Şimdiden diş implantlarından kalp pillerine kadar insan bedenine organik olmayan parçalar çoktan yerleşti. Beni heyecanlandıran konu, yapay zekalı insanın şimdiki gibi zalim, hain, tabiat ana düşmanı, aç gözlü ve ayrımcı olmaması olasılığı.

3- Buket Uzuner’in yazmaya ve edebiyata gönül veren genç meslektaşlarınıza neler söylemek ister?

 Burada “yazmak” fiilini hikâye edebilmek anlamında kullanacağım. Kurgu yazarları iyi hikâye anlatıcılarıdır ve başkalarının en sıkıcı hayatlarından bile müthiş hikayeler yaratabilirler. Altını özenle çiziyorum, benim için yazar, kendi deneyim ve düşünceleriyle başkalarının hikayesini anlatan söz büyücüsüdür. Genç yazara önerilerim şunlar:

1Neden yazdığını bilmeden yazma! Yazar olmak mı istiyorsun? Yani yazdıklarını başkalarıyla paylaşmayı göze alıyor musun?  Başına geleceklere, beğenilmemeye ve eleştirilmeye hazır mısın? Düşünce ve ifadelerinin arkasında duracak kadar sağlam mısın? O halde devam et, önüne çıkan ve çıkacak her engelde düşsen bile ayağa kalk ve devam et!
2- Neden yazar olmak istediğini mutlaka kendine sor ve dürüstçe yanıtla!Eğer zengin ve ünlü olmak için yazar olmayı istiyorsan vazgeç! 76 milyon nüfuslu Türkiye’de maksimum 300.000 kişinin kitap okuduğunu hatırla; sonra popülerlik ve zenginlik kriterlerini düşün; sana samimiyetle önerim, eğer amacın zengin ve ünlü olmaksa bunun için emeğini ve hevesini başka bir alana kaydırmandır.

3-Söyleyecek sözün, başkasından farklı hayallerin ve kendince sağlam fikirlerin varsa, sakın durma, sakın vazgeçme: yaz!

4Yazdığından daha fazla zamanı okumaya ayır! Her önüne geleni değil, beğendiğin yazarların başucu kitaplarını araştır ve mutlaka klasikleri oku. Okumak için zaman yaratmayı öğren. Bir yazarın her gece eğlenceye ve arkadaşları/ sevgilisiyle takılmaya ne zamanı ne şansı ne de meyli vardır. Yazar yalnızlığından mutlu insandır. Yazarın kendine ait okuma, yazma ve yazıyı demleme zamanları olmalıdır.

5- Keşfettiğin için sevinçten başının döndüğü her düşünce ve konuyu senden önce mutlaka başka bir yazarın/ düşünürün bulmuş olduğunu yakalayana dek ara ve oku ama bu yüzden yıkılma! Çünkü gök kubbe altında söylenmemiş söz yoktur ve bütün yazarlar aslında aşk ve ölüm üzerine yazarlar. Önemli olan konu değil, o konuyu nasıl anlattığındır. Kendi anlatını, yani sesini ve üslubunu bulana kadar dene, dene dene!

6- Yazdıklarına arkadaş, sevgili, eş ve akrabalarının ne dediklerine sakın bakma, beğenmezlerse de tartışma!Çok beğendiklerinde de sakın aldanma. Öncelikle kendi sesini dinle: eğer yazdıklarını bir kitapçıda görseydin beğenir, paranı ve zamanını ayırır mıydın? Değilse neden? Neyi eksik, neyi yetersiz yapıyorsun? Korkma sor ve cesaretle yanıtla!

7- Kendi okumak istediğin kitabı yaz! Başkalarının beğenmesini düşünme, önce senin beğenmen lazım. Kendine iltimas geçme, acımasız ol. Eğer yazdıklarını beğenirsen, arkasında durabilirsin. Yazdıklarını başkalarının da beğenmesi ayrıca güzel olur.

8- Asla hedef kitle düşünme, sen reklam yazarı değilsin! Reklam yazarlığı ayrı bir iştir.Risk almayı bil. Çünkü sen de risk alan yazarları seviyorsun.

9- Herkesin seveceği -sevgi böceği bir yazar olma! Yazarlar takıntılı insanlardır, dik kafalı, düşüncelerine bağlı, karakterli insanlardır. Ülkelerindeki her siyasi iktidarı eleştirebilir ve kendi tanıtımlarını yapsın diye basınla iyi geçinmek zorunda kalmazlar. Bu yüzden iyi bir yazarı herkes sevmez ama takdir eder. Nazım Hikmet, Yaşar Kemal, Halide Edip, Aziz Nesin, Attila İlhan, Margaret Atwood, Sevgi Soysal, Viginia Woolf gibi iyi yazarlar her siyasi görüşten okurun beğendiği yazarlar değildir ama iyi yazar olduklarının da hakları da yenemez. 

10- Sadece günceli, modayı, trendleri takip etme! Güncel konularda yazacağın roman/öykü günü kurtarır ama asıl kalıcı olan gündemde olmayan düşünce ve konularla gündem yaratan yazarların işleridir. Kafana çocukluğundan beri takılan konuların üzerine git; çünkü seni sen yapan senin dertlerin ve hayallerindir. Onları yaz. Çünkü onları en iyi sen yazabilirsin.

11– Koku, renk, ses gibi sözle zor tasvir edilen kavramlar üzerine metinler yaz!Bunları blog, e-dergi vb. ortamlarda yayınla. Yazıyla kokuyu, sesi veya rengi okuyana aktarabiliyor musun, bunu öğren.

12Her gün, yer yerinden oynasa bile her gün, ölümde, savaşta, ayrılık ve aşkta her gün az da olsa yaz!Yazmak hava ve su gibi hayatının yaşamsal parçası haline dönene kadar yaz!

4- Toplumsal cinsiyet eşitsizliği ne yazık ki, ülkemizde ve dünyada büyük bir problem…

Yüzyıllar içerisinde değişen dünya şartlarına göre feminizm siyasetten sanata her alana yayıldı. Birçok sanat dalına ilham veren hareket kadın yazarların öncülüğünde edebiyata da sıçradı. Öykülerinizde ve romanlarınızda kadına şiddet, namus kavramı, eğitim, kadın cinayetleri, taciz gibi birçok konuya değiniyorsunuz. Türk Edebiyatı’nda önemli kadın karakterler yaratan ve kadın sorunlarını kaleme alan feminist bir yazar olarak ülkemizde kadının yerini nasıl konumlandırırsınız?

Türkiye, Cumhuriyet Devrimiyle 1930’lardan başlayarak dünyadaki Müslüman kültüre sahip ülkeler içindekadınların sadece seçme ve seçilme hakkından başlayarak eğitim, evlilik- boşanma, çalışma gibi sivil haklar konusunda da en ileri olduğu ülke olarak tarihe geçmiştir. Bu başarımızı asla küçümsememeli, önemini asla unutmamalıyız. Çünkü eğer kadınlar istemese ve kabul etmeseydi Atatürk ve arkadaşlarının öncülük ettiği kadın devrimi asla gerçekleşemezdi. Bizim ülkemizin kadınları devrimi kabullendiği için bunlar başarıldı. Eğer tepeden inme veya zorla olsaydı asla başarılamazdı. Sonuçta, geçen 90 yılda astronotluk dışında ülkemizde kadınların yapamadığı tek bir meslek kalmamıştır. Astronot olamayışımızın nedeni cinsiyetimiz değil, ülkemizin siyasetçilerinin bilim ve uzay çalışmaları yerine inşaat ve beton çalışmalarını tercih etmesidir. 

Günümüze gelirsek: Dünya sadece kadınlar için değil, çocuklar, uyumsuzlar, azınlıklar, insan-dışı canlılar için de hiç de kolay yaşanır bir durumda değil. Fakat uygarlık tarihi denen şey, savaş, şiddet, haksızlık ve yoksulluk dolu geçmişin kahramanlık ve zaferlermiş gibi anlatıldığı editörü ve karakterleri sadece erkeklerden oluşan hikâye değil mi? Gerçekte neler oldu, köle olarak ‘el konulan’ kadınlar ve çocuklar neden ortada yok, onlara ne oldu, ölen atlar, yakılan, kesilen ağaçlar, kana bulanan nehirler, zevk için yok edilen yabanî hayvanların hesabını kim verdi? Aslında bildiğimiz kadarıyla kadın ve çocukların en iyi yaşadıkları çağdayız. Düşünün şimdikinden çok daha fenaymış durumları yani! Şimdi kadınların tüm dünyada insan hakları hakkında sesi çıkıyor, eskiden üstü kapatılan kötülükleri artık saklanmasına izin vermeyecek kadar çok kadın basından hukuka, tıptan sanat alanlarında sayımız çoğaldığı için olanları artık duyuyoruz. Bence kadın düşmanlığı artmadı, artık kırılan kollar yen (kaftan kolu) içinde saklanamıyor, duyuluyor. Bağımsızlık ve hakların kabulü uzun sürecek bir mücadeledir. Bir yandan da kadınların da insan olduğunu öğreteceğimiz, vicdanlı oğullar, erkek kardeşler, erkek yeğenler, erkek öğrenciler yetiştirmeliyiz. Yani arkadaşlar, demokrasi, özgürlükler tüm insanlığı ve canlıları kapsamak zorundadır, kadınlar da bu mücadelenin içinde, kendileri, kızları ve torunları için sürdürmek zorundadır.

5– Son yıllarda kültür-sanat politikalarında büyük baskılar ve sansürler gözlemliyoruz.

Kendi kitabından okuduğu şiir gerekçesiyle yargılanan şairler, müstehcen bulunduğu için kitabı zarf içerisinde okura sunulan yazarlar var. Ülkemizde sanata ve sanatçıya yapılan sansür hakkında neler söylemek istersiniz? Bu konuda nasıl bir yol haritası izlenmeli?

Sansür düşüncelerin, sözlerin veya yayın organlarının belirli bir otorite tarafından süreli veya süresiz kısıtlanması ya da erişim imkânının sağlanamaması anlamlarına gelen dilimize Fransızcadan geçmiş bir kelimedir. Yani, yetişkin insanların iradesinin yasaklanmasıdır. 2020 yılında benim 34 yıl önce yayımlanmış ve 19 baskı yapmış, “Ayın En Çıplak Günü” adlı bir öykü kitabımın âniden Aileden Sorumlu Bakanlık tarafından çocukların “ahlakına aykırı” olduğuna karar verilmesi ve sansürlenmesi bana gerçeküstü bir durum gibi göründü. Bu arada kitabın çocuk değil, yetişkinler için yazıldığını da eklemek gerekir. O sırada diyordum ki; Karantina Günleri”nde herkes can derdindeyken acaba sürrealist bir sanat şakası mı yapılmıştır? Ben hayatım boyunca kitap sansürü hakkında şöyle düşünmüşümdür: Kitaplar insanların ahlakını bozmaz, ahlak; tecavüzcü, hırsız ve katillerin cezasız kalmasıyla bozulur. Sansür bugün banaysa, yarın bana sansür koyanlara devam edecek bir korku ve baskı sarmalı, bumerangıdır. Ne yapacağız? Elbette düşüncenin yasaklanmasına karşı duracağız. Yazmaya, üretmeye devam edeceğiz. Çünkü bizler, dilimizin ve kültürümüzün çoksesli tüm özelliklerini, tıpkı bizden önceki yazar ve sanatçılar gibi geleceğe bırakılacak en önemli miras olduğunu biliyoruz. 

6- Size dişi Evliya Çelebi dersek yanlış olmaz sanırım. Başarılı yazar, aktivist olmanızın yanı sıra ilk sırt çantalı gezgin kadınlarından biri olarak farklı coğrafyaları tanıyıp gezi yazılarınızı kaleme aldınız. Seyahat etmek, yeni yerler ve kültürler tanımak, gidilemeyecek uzaklıkta noktaları okurlarınızla buluşturmak nasıl bir duygu?

Seyahat etmek ve yazmak benim için yemek ve hava kadar ihtiyaç desem abartmış olmam. ‘Tek Gezgin Kadın’ (Solo Woman Traveller) denen Türk kadınlarından biri olmam, hâlâ genç kadınlara ilham veren ‘Bir Siyah Saçlı kadının Gezi Notları’ kitabının okunması bana büyük sevinç veriyor. 1981 yılında üniversitede öğrenciyken 26 yaşından küçükler için hazırlanmış, Avrupa’yı ‘interrail’ denen tek tren biletiyle tek başıma ve kendi kazandığım burs ve yaz işleriyle gezip, bu izlenimlerimi yazarak gezi yazarlığına başladım. Sonra ‘New York Seyir Defteri’ ve ‘Şehir Romantiğinin Günlüğü” ve “Yolda’ kitaplarıyla devam ettim. Gezgin olma hali, başka kültürlerle tanışma ve gerektiğinde kaynaşma insanlığın her zaman ilgisini çeken bir olgu olmuştur. Seyahat, kendi içine doğduğunuz kültürden farklı kültürler, farklı coğrafyalar, farklı gelenek ve öteki hayat biçimleri tanımak, aslında kendinizi anlamak için yapılan bir eylem anlamına geliyor benim için.  Yani iş gezilerinin, sağlık için yapılan zorunlu seyahatlerin ve turistik gezilerin aslında burada bahsettiğimiz gezginlikle pek de ilgisi yok. Bu sözlerimden, gezginliğin tuzu kuru insanların işi olduğu anlamı çıkartılmasın, aksine örneğin ben memur çocuğu olarak ancak yabancı üniversitelerden aldığım burslarla, onlara ek olarak garsonluktan aşçılığa, çevirmenlikten çocuk bakıcılığına yarı-zamanlı işlerle para biriktirerek seyahat edebildim. Şimdi de yazar olarak davet edildiğim için gezebiliyorum. Bana sık sorulan meşhur “Çok gezen mi, çok okuyan mı bilir?” sorusuna verdiğim yanıt, seyahatin insanı nasıl besleyip, geliştirdiğine dair iyi bir önermedir bence. Çok okuyan elbette çok bilir ama bilmek tek başına fazla bir şey ifade etmez çünkü bildiğini anlamamak o bilgiyi kullanılamaz kılar. Oysa çok gezen, gezdiğini soran ve görebilense artık anlamaya başlar. Anlamak çok değerlidir.

Son olarak aylaklığın dünya dillerinde erkekte “Flanör”, kadında “flanöz”e karşı geldiğini de eklemek isterim. Merak edenler anlamını araştırsın çünkü aylaklık boş gezenin boş kalfası demek değildir. Aylaklık, 19. yy’da ortaya çıkan, “aylak aylak gezen aydın, kentli aylak, düşünür gezgin” anlamına kullanılır. Yani insanlık tarihinin en önemli felsefeci, yazar ve bilim insanları aslında aylak/flanör ve flanözler arasından çıkmıştır, demek yalan olmaz.

SÖYLEŞİ: GÜLİN EREN SAYGIN

Abone Ol

Yeni sayılarımızdan haberdar olmak için
ücretsiz abone olabilirsiniz.