Münir Özkul’la tanışmanızdan başlayalım mı?
Münir’i ellilerden tanırım. Küçük Sahne’ye girmişti. Daha evvel Ses Tiyatrosu’ndaydı. Orada şarap içip komiklikler yapıyorlardı. Oraya Bakırköy’den gelmişti. O zamanlar onu tanımıyordum. Galatasaray Lisesi’nde okuyordum. Amatörlük yıllarımda tiyatroculuğum yavaş yavaş dışarıda tanınmaya başlamıştı. Haldun Taner ve Ahmet Kutsi Tecer benim hocalarımdı. Beni tiyatrocu olmam için onlar zorlamıştı. Bir yandan orada temsillerde oynarken Muhsin Bey bana haber yollamıştı. “Galatasaray Lisesi’ni bitir, ben seni Küçük Sahne’ye alacağım” diye.
Hangi yıl oluyor bu?
1951-52 olması lazım çünkü Kazım Taşkent Yapı Kredi’de Küçük Sahne’yi kurdurtmuştu. Vedat Nedim Tör idare ediyordu orayı. Muhsin Bey’e de yönetimini vermişlerdi. Küçük Sahne, Beyoğlu’nda, DarülBedayi’den sonra çağdaş-modern oyunlar oynayan ilk tiyatroydu. Güzel oyunlar oynardı. Arpa Ambarı, Dünkü Çocuk, Örümcek, Çayhane gibi oyunlar. Kadro müthişti. Münir komedilerde oynardı. Cahit Akad, Kamuran Yüce, Agah Hun, Lale Oraloğlu, Mücap Ofluoğlu, Nevin Seval… Kadroya bakın. Müthiş bir kadro… Burada müthiş temsiller veriyorlardı. Küçük Sahne o kadar dolu olurdu ki yer bulmak çok zordu. DarülBedayi ilk kez birtakım klasikleri oynuyordu. İlk kez modern tarzda bir tiyatro olmuştu. Çok sükseydi o zaman. Düşünün, İstanbul’un 500 bin nüfusu vardı ve bir oyun aylarca sahnede kalırdı. O zaman yer bulmak meseleydi. Yani ellilerde tiyatromuzun seviyesine bakın. Ben de Galatasaray’da okuyordum. Münir’in oynadığı oyunlara giderdim. Mesela Arpa Ambarı’nda şahane oynamıştı. O oyunda Heyecan Başaran’la oynamıştı. Heyecan; çok yetenekli, çok güzel bir kızdı. Münir o rolde hep sarhoştur. Heyecan da karısını oynuyordu. Orada müthiş bir ikiliydiler. Herkes hayrandı Heyecan’la oynadığı oyunlara. Dünkü Çocuk’u oynadı örneğin. O kadar güzel bir kızdı ki. Münir de Heyecan’a âşık oldu. Ama Münir sabahtan akşama kadar zurna gibi içen, alkolden kurtulamayan bir adamdı. Muhsin Bey’den gizli içerek sahneye çıkıyordu. Çünkü Muhsin Bey yasaklar ve çok sinirlenirdi böyle şeylere. O oyunlar orada çok sükseli olmuştu. Bütün zenginler de Heyecan’ın peşindeydi. Şimdi nasıl Hülya Avşar’ların, Gülben Ergen’lerin peşinden koşuyorlarsa o zaman tiyatrocuların peşinde koşarlardı. Sonra Konya Lezzet Lokantası’nın sahibi Heyecan’la evlendi. Heyecan tiyatroyu bıraktı. Gazete de manşet attı: “Nihayet bir aktrisin karnı doyacak.”
Sahne dolardı diyorsunuz. Tiyatroya müthiş bir ilgi var demek ki.
Müthiş bir ilgi olmasına rağmen kimse evladını tiyatrocu yapmak istemiyordu.
Tiyatrocular o zaman da iyi kazanamıyordu öyleyse.
Tiyatrocuların nikah şahitliği bile makbul değildi. Fazla para kazanamıyorlardı. Oyunlar İstanbul’da aylarca kalıyordu ama biletler çok ucuzdu. Turnelerde dolaşır, gelirlerdi. Zor ama bohem bir hayat… Hayatın renkli tarafı çok çekici gelirdi. Bir de çok zevkli bir meslek. Ben Galatasaray Lisesi’ndeyken tiyatrocu olmak istememe herkes itiraz etti. Çünkü artist olmak olacak şey değildi. Allah’tan olmuşum. Ben ileriyi gördüm. Arkadaşlarımın hepsi büyükelçi oldu. Şimdi gelip beni seyrediyorlar. Hepsi emekli oldu. Onlar gibi emekli olmadığıma seviniyorum. Beyaz peynir ucuz mu pahalı mı onu konuşuyorlar.
Tanıştığınız döneme gelirsek…
Münir benim de Galatasaraylı olduğumu duymuştu. Münir meraklıdır. Bir iki defa bir yerlerde karşılaştık, içtik. Ben de onlara özenirdim. Bohem hayat, içki, muhabbet… Güzel tabii. Lambo diye bir meyhane vardı. Balık pazarına da yakın olduğu için Galatasaray’dan kaçıp giderdim. Zaten Cep Tiyatrosu’nda da oynamaya başlamıştım. Münir ile Altan Erbulak vasıtasıyla tanıştım. Münir, Altan’ın Bakırköy’den eski bir arkadaşı. Tanıştık, arkadaş olduk. Ama Münir o kadar çok içiyor ki onunla buluştuğumuz zaman laf dinlemesine imkân yok. Öyle konuşuyor. “Ne haber, iyiyim. Bu kadar. Ama birbirimize ısınmamızın bir nedeni vardır. “Ya Münir,” dedim, “hep yabancı tercüme oyunlar oynuyoruz. Kendi tiyatromuz nedir, neden ondan söz etmiyoruz, neden konuşulmuyor?”
“Hah,” dedi, “ben de onu istiyorum. Bıktım bunlardan,” dedi. “Ben geleneksel tiyatroyu, ibiş komikliğini çok seviyorum. Ben İbiş olmak istiyorum” dedi. Hakikaten radyo temsillerinde İbiş’in Rüyası’nda oynamıştır.
Televizyonda da oynadı bu oyunu daha sonra.
İbiş’in Rüyası benzeri ramazan programları yaptı. Onlarda ben de oynadım: O renkli gömlekler giyiyordu. Ben onun pişekarıydım. Ramazanlarda oyunlar yaptık. Rengarenk kıyafetler… Münir yırtık fes giyiyordu. Sonra dedim ki, “Münir, senin bu kıyafetin çok civcivli. Devir değişti. Daha bir ciddiyet getirelim.” Sokağa çıkacaktık, halkevine gidecektik bu kıyafetle. Utandı sıkıldı o kıyafetle çıkmaya. “Bak,” dedim “sen bu kıyafetle sokağa çıkmaya utanıyorsan bir hata var bu işte. İbiş bu kıyafetle sokağa çıkmaya utanmaz. Önce bunu düzeltelim.” Ona beyaz, çok güzel bir gömlek, yelek yaptırdım. Çok hoş oldu. Bu oyunlar Ramazan’da TRT için yaptığımız küçük skeçlerdi. Münir’le sabahlara kadar geleneksel tiyatroyu konuşurduk.
Nasıl biridir Münir Özkul?
Münir nasıl biri? Biraz bahsedeyim size. Münir bir çocuk, resmen bir çocuk… Cemiyet içine çıkarken utanır sıkılır. Halkla konuşmak istemez, arka yollardan gider. Bütün bu sıkıntısı yüzünden içki içer. İçtiği zamanda rahatlıyor, dünya umurunda olmuyor. İç dünyası başka bu adamın, ama bir çocuk. Yemeğini oturup yedirsen yiyecek. İçince gayet sevimli oluyor. Eski tiyatrocular tiyatroya çıkarken daima içerledi. Bunu bir meziyet sanıyorlardı. Gazinolarda da hala vardır. Halbuki, tiyatro ayık kafayla oynanacak bir şey. Ben hayatım boyunca bir defa yaptım bu işi, onda da pişman oldum. Sahne bitmek bilmedi. Bitse bu sahnede kurtulsam diyordum. Amatör tiyatrolarda bile çocuklar gizli gizli içerlerdi.
Münir çok yetenekliydi. Oynarken benimle konuşur, gülerdi. Onunla oynanmak zevkti. Münir’le oyun içinde başka bir oyun daha oynardık. Bana gelir “ne diyorsun?”derdi. “Vermeyeceğim bu lafın cevabını” derdi. Halk gülerdi. Münir de küser giderdi. Halk ona da gülerdi çünkü onu da oyun zannederdi. O kadar eğlencelidir ortaoyunu. Bizim geleneksel sanatımızı kimse bilmiyor. Bu batıya gitmek var ya batı hikayeleri… Shakespeare, Moliere. Bunlar var ama bizim tiyatromuzun da çok güzel yanları var. Kimse bununla uğraşmadı.
Bizim tiyatromuzun çok büyük zenginlikleri var. Ortaoyunu bir çocuk oyunu… Sahnede dekor yok, kostüm yok. Her şey hayal üstüne kurulu… Kavuklu ile Pişekar yürürler kol kola. Ayakları çukura düşer gülerler. Çeşme bulur, su içerler. Birbirlerine su şakası yaparlar. Kavuklu faytonu durdurur. Şıngır şıngır giderler. Bir evin önünde dururlar. Evin ikinci katına çıkarlar. Manzarayı seyrederler. Pişekar bunları anlatırken Kavuklu da seyirciyi alır “ne diyor bu” diye seyirciye konuşur. Böyle bir çocuk oyunu bu, hayaller üzerine kurulu. Çocuklarda da vardır ya, burası bilmem ne diye hayal ederler. Böyle tatlı bir oyun hiçbir zaman hakkıyla oynanamadı.
Münir’le beraber gerçekten şöyle dört başı mamur bir ortaoyunu oynayalım istedik. 1970-80 arası bir tarih. İstanbul Festivali geldi. Biz de bir proje sunduk. Proje doğaçlama üzerine kurulu. Çok zor. Hem Münir’in o tarafı biraz zayıf. Espriler falan yapıyor ama hafızası zayıf. Tirat yapmasını biliyor ama bir-iki tane. Oysa, arkasının gelmesi lazım. Baştan aşağı bir tekste doğaçlama yapmak lazım. Ben onun pişekarıysam bana ne diyecek bilmeyeceğim. Oynayacağımız oyunun provasını alıp ezberliyorduk. İnsanları faytonlarla getirip Yıldız Sarayı’nda oynayacaktık. Oranın çok güzel bir tiyatro salonu vardır. İnsanları oraya oturttuktan sonra ateşbazlar, madrabazlar çıkıp gösteriler yapacaktı. Sonra tuluat başlayacaktı. Birdenbire zaptiyeler orayı basacak ve “Tuluat artık yasak, Abdulhamid efendimiz yasakladı çünkü Abdülhamid efendimiz hakkında laflar ediliyor.” diyeceklerdi. “Burun demek yasak. Zeytinburnu, Kireçburnu, Sarayburnu… Yıldız demek yasak! O yüzden bundan sonra tekstli tiyatro istiyoruz,” diyeceklerdi. Tuluatçılar da “Biz ne yapacağız? Okuma yazmamız yok, ezberleyemeyiz,” diyeceklerdi. Hemen biri saraya dilekçe yazacak ve sarayın yolunu tutacaktı. O gidince kantocular girecekti sahneye. Tuluatçı geri dönecek ve “Bir teksti kabul ettirdik, bundan sonra tekstli tiyatro vaziyetine giriyoruz,” diyecekti. Çok güzel bir oyundu bu ama dediler ki bütçeniz çok kabarık, biz bu faytonları yapamayız. Bunları da yapamazsan olmazdı ki. Bu yüzden bunu gerçekleştiremedik. Çok da üzüldük. Sonra gittik “Acele Koca Aranıyor” diye bir oyun oynadık. Kantolarla falan bunun küçük bir modeliydi. Suna Pekuysal vardı. Hoş bir ortaoyunuydu.
Münir’le tiyatro kurduk. Acele Koca Aranıyor’u aldık, o güzel ekibimizle İzmir fuarına gittik. Fuarda ortalık yıkılıyordu. Münir uşak, bense evin beyefendisiyim. Kızımı evlendireceğim. Talipler gelecek. Münir’e diyorum ki sen onları muayene et. Gözünün tutuğunu bana yolla. TRT’de bunu oynamışlığımız var. Geçenlerde gördüm. O kadar güzel bir ortaoyunu ki inşallah TRT onu kaybetmez. Münir, ben, Levent Kırca, Sezai Alptekin, Suna. Müthiş bir kadroyla oynanmış bir oyundu. Münir’le İzmir’de çok iyi bir ikili olduk. Fuarın en sükse oyunuydu. Müzikal adı altında oynayacağız bu oyunu. Belediye başkanı da, “Çocuklar,” dedi, “İbrahim Tatlıses de bizim kadroda. Sizin isimleriniz çok büyük yazılacak. İbrahim Tatlıses altta olacak.” Yazmadılar, İbrahim Tatlıses ve sonra tiyatro kadrosu dediler. Adam da vermedi salonu. Ne olur yani İbrahim Tatlıses aşağıda olsa. İbrahim Tatlıses bizim sayemizde iş yaptı farkında değiller.
Münir de kendini geleneksel tiyatroda buldu. Kendi insanlarının kılık, kıyafetiyle oynayınca çok rahat etti. Yabancı oyunlara alışamıyordu. Oyundan sonra da uzun uzun konuşuyorduk. Oyunu değerlendiriyorduk. Münir’e kavuk verildi, sonra Ferhan bizi istedi.
Münir’in hayal dünyası o kadar güzeldir ki. Onu deştiğin zaman özellikle eskilerden o kadar güzel şeyler anlatır ki. Meraklıdır da. Mesela Ferdi Tayfur’u sever, onu çok dinlerdi. Sadık Şendil’le oturur, Haldun Taner’le muhabbet ederdi. Sersem Kocanın Kurnaz Karısı’ndaki final lafını Haldun Taner’e Münir yazdırmıştır. Münir’in sezgileri çok iyidir. O bir şey derse doğrudur. Bir deryadır o. Ama onunla oturup muhabbet etmek lazım. Bir zamanlar tasavvufa merak sarmıştı. Beni bir gün tasavvuf yapılan bir yere götürdü. Orada insanlar meşk ederken onları dinliyor, bazen kafayı sallıyordu. Soruyordum neden sallıyorsun diye. “Ne bileyim, havaya giriyorum,” derdi. Yani inanmadığı şeylere de inanmış gibi yapar, merakından gider, öğrenir gelirdi. Hiç namaz kılmamışken birden namaza başladı. Camide yanındakine baka baka kılıyor. Bir kez yatmış bir daha kafayı çevirmiş ikisi birbirine bakıyor. Ne oluyor diye sormuşlar birbirlerine. Meğer adam da buna bakarak kılıyormuş.
Ferhan’ın oyunundan bahsediyorduk. Mimar Sinan’ın karışışına Fatih Sultan Mehmet’i çıkardık. Münir’le birlikte kotardığımız bir sahneydi. Ferhan da kabul etti, yazdı onu bize. Çok da güzel bir sahneydi. Sinan der ki, “Üstadım sen burayı aldın, ben de imar ettim, ama rezil ettiler İstanbul’u. Senin yeniden alman lazım.” Fatih de karşılık verir: “Valla onlardan aldım ama bu üçkağıtçılardan almama imkân yok.”
“İstanbul’u Satıyorum” çok güzel bir oyundu. Sonra bir Fransız oyunu oynadık. Camus’ydü sanırım. Münir “ben anlamadım bunu” dedi. “Ben de anlamadım” dedim. Tuhaflıklar yaptık. Sonra sıkıldık, çıktık. Sonra biraz daha devam ettik ama Münir’e bu hastalıklar geldi. Gerçi çok sağlam bir adamdır. Her şeyiyle dünya güzeli bir insandır.
Beklan ve Ayla Algan Kervansaray’ın en üstünde bir yere davet ettiler bizi. “Bir rejisör de gelecek, sizi görmek istiyor” dediler. Çok lüks bir yer. Bizim de daima bir tiyatro projemiz var ama kimse bize sponsorluk yapmıyor. Bir kadın vardı buranın sahibi. Bir şömine var çok büyük. İçkiler içiliyor. “Yahu,” dedik, “bu kadın çok zengin ve bekarmış. Bunu kendimize sponsor yapabiliriz. Yani sponsor yaparız da, bunu durup dururken söyleyemeyiz,” dedik. Duvarda koca koca resimler var, hep kadın yapmış bunları. Biz içtik, içtik. Artık gecenin sonuna geldik. Herkes gidiyor. Bir de baktım Münir herkesi uğurluyor, güle güle diyor. “Ben burada kalıyorum,” dedi. Aklım Münir’de. Evini arıyorum, yok. Sonunda bir telefon geldi. “Erol çabuk gel, neler oldu,” diye. Zurna gibi sarhoş… Ertesi gün saat bir buçukta ona gittim. Ne yapmış biliyor musunuz? Kadına demiş ki “Bu resmi sen mi yaptın?” “Evet,” demiş kadın. “Bunu?” “Evet…” “Bunu da mı?” “Evet.” “Ulan zenginsin, yazık değil mi bu boyalara verdiğin paraya.” Kadına bir dayak böyle kötü resim olur mu diye. Her resmin karşısında bir tokat… Kadın bunu bir odaya kilitlemiş. Yataklar beyaz, örtüler beyaz. Münir “Kendimi tımarhanede zannettim” diyor. Sonra, “Çok ayıp ettim, ertesi gün özür dileyerek kaçtım geldim buraya” diyor. Sonra ben kadına açtım telefonu özür diledim ama sponsorluk olayı da yattı böylece. Dünyada para tutamaz elinde. Hiç bilmez hesabını kitabını.
Bir gün bir film çeviriyoruz Yaman Gazeteci diye. Ben bir zenneyi oynuyorum. Münir de haydutları kovalıyor. Münir benim bindiğim taksiye atlayıp şoföre “öndekini takip et” diyor. “Ayol ne oluyor agoş, nerden çıktın?” diyerek arkada konuşurken arabam da deli gibi ara sokaklardan geçip duruyor. Karşımıza aniden bir araba çıktı ve kaza geçirdik. Kazada o bir yana ben bir yana. Münir’le ben allak bullak, ölüyoruz gülmekten kaza geçirdik diye. Yeni tanıştığımız günler. “Bu stresi Kör Agop’ta atarız,” dedi. Onun Sarayburnu’nda meyhanesi vardı, oraya gittik. Masa var denizin içinde, oturduk, ayaklarımızı suya soktuk. Rakı söyledik. İçmeye başladık. Biri daha geldi. Sonra birileri daha… Masa kalabalıklaştı. Yedik içtik, yedik içtik. Sonra herkes gitti, sızanları da bir şoför vardı adres verip gönderdik onunla. Sonra, balık çorbası söyledik. Orada ne içtiğimizi hatırlamıyorum. Sabah gözümü Haldun Taner’in evinde açtım.
Ferhan, “Köşe dönücü” diye bir senaryo yazmıştı. Sonra, onu televizyon dizisi yaptı. Onda da oynadık Münir’le ama asıl hayalimiz olan ikili tiyatroyu yapamadık. Aslında Acele Koca Aranıyor’la onu çok güzel yakaladık ama devamını getiremedik. Sahnemiz yoktu, kiralamaksa büyük para. Beceremedik yani.
Televizyonlarda oynadık. Oyunculuk hakkında konuşurduk. İnsanlar önce etkisi altında kaldıkları oyuncuyu taklit ederler. Sonra kendilerini bulurlar. Ancak yılar sonra insan kendi içindeki aktörü bulabilir. Deneyimlerle olur. Oysa şimdi, “yaptım oldu” diyorlar. Ortaoyunundaki laf zenginliği hiçbir yerde yoktur. “Senin bir bağın yok mu?” “Benim potin bağım bile yok.” “Evladım aile bağın yok mu? Bir yere bağlı değil misin?” “Beni bağlıyorlar… ” falan diye lafı alır götürürler. Bunu bir de doğaçlama yaparlar. Kavuklunun hayal alemi de müthiştir tabii.
İsterseniz biraz da Münir Özkul’un sinemasından bahsedelim.
Münir çok film yaptı çünkü tiyatrodan para kazanamıyordu. Tiyatro yalnızca kışın yapılıyordu. Münir sinemada da çok iyidir. Çok film yapıyordu ama hep komikleri oynuyordu. Amerikan filmlerinde bir kovboy varsa onun komiği de vardır. Bizde bir jön varsa muhakkak komiği olacaktı. O komiği Münir oynardı. Sadri Alışık hem komiği hem jönü oynardı örneğin ama Münir yalnız komiği oynardı. Hemen hemen her rejisörle çalıştı. Çok sanat ağırlıklı filmlerde oynamadı ama. Münir Özkul ve sinema denilince aklınıza pek film gelmez. Sizin geliyor mu?
Hababam Sınıfı.
Ama onun kadrosu çok geniştir. Bir sürü kişi vardır. Kemal, Tarık, Adile… Biz belki onu Hababam Sınıfı’yla tanıyoruz ama Münir sinemaya çok önce girmişti. Sinemaya çok emek verdi. Güzel filmleri de var. “Senede Bir Gün” ü var mesela, çok güzel filmdir. Dublaj yaparken Ferdi Tayfur’un yanına giderdi. Hayrandı ona. Oradan çıkarlardı, sinema konuşurlardı. Sonra, Bakırköy Halkevi, ondan sonra da Ses Tiyatrosu’na geçti. Sonra Muhsin Ertuğrul’un dikkatini çekti, Küçük Sahne’ye aldırdı onu.
Münir’le birçok filmde birlikte oynadık. Hatta bazılarının senaryosunu bile görmüyorduk. Çok iyi bir rejisör vardı. Sigara kutusunun arkasına senaryo yazar, iki filmi iç içe çekerdi. Bir filmden iki film çıkarırdı yani. Onunla çok film yapmıştık. Birlikte İzmir’e giderdik. Öyle pratik bir adamdı ki. Ben nane şekeri satardım. Münir fırıldak. Naneci manileri söylüyorum sokaklarda. O da fırıl fırıl fırıldak satıyor. O filmi oynarken birtakım olaylar oluyor. İntihar edecek bir kızı buluyoruz falan. Sonra film çevirirken yağmur başlıyor birdenbire. O sahneleri çekemiyoruz. Dublaj yaparken bunları anlatın diyor. Kız şöyle yaptı. Münir yanına gitti. Yolda falancaya rastladık falan diye. Çok güzel anlattık. Sonra dublajda bunları filmin içine koydu. Yarısı anlatım oldu filmin ama filmi çektik. Çok da güzel oldu. Üç beş kuruş kazanmak için kötü filmlerde de oynadık. Bazen bir filmimi görüyorum. Hatırlamıyorum. Ne zaman yapmışım bunu ben diyorum. Tabii bu 70’lerin sonlarına kadar devam etti. Seks filmleri furyasıyla sinema da bitti. Biz de kaçtık. Ben bir dönem hayatımı ansiklopedi satarak kazandım. O kadar rezilliği çekemezdim. Sanat için soyunmadık yani. Onunla en son Ortaoyuncular’da çalıştık.
Hatta Tarlabaşı’nın yıkımının önünde resim çektirdik.
Münir benim için çok özeldir. Dışarı çıkarmaya çalışırım onu. Artık topluma mal olmuş birinin sokaklarda görünmesi lazım. Halk onu özlüyor.