AYLAK DERGİ

FERHAN ŞENSOY

Tuluattan Korkan Kavuklu

Kavuk, ardındaki duvarda bir çiviye asılı duruyordu. Yeni tanışmıştık. Odanın ortasında, masanın başında oturuyordu. Önünde kâğıt kalem… Kâğıdın üstünde büyük harflerle yazılmış “KİTAPSIZ, KADINSIZ, AL­LAHSIZ TİYATRO” yan cümlesi. Merak ederek sordum kâğıda yazdığı şeyin daha geniş bir açıklamasını.

“Bilmem. Öyle yazmışım işte! Ben kitaplı tiyatrodan geliyorum. Hiç tuluat oynamadım, hayatımda tuluat yapmadım. Dümbüllü bana kavuğu verdikten sonra kafa yormaya başladım geleneksele. Oradan da bir yere gidemedim. Kendi tiyatromda kadın oyunculardan çok çektim, tiyatroda kimilerinin Allah kesilmesine hep gıcık oldum.” diyerek eliyle alnından ensesine doğru az saçlı başını sıvazladı.

Kaldırıma bakan camı açık pencerenin demirleri arasından başını uzattı. Kazancı Yokuşu’nun hiçbir eve bağlı olmayan başıboş sokak kedilerinden biri…

“N’aber lan Nihavend?” diye merhabalaşıp bir süre konuştu kediyle. Karısından izin aldı, şaraba geçtik.

Tiyatro dünyamıza Fransa’dan gelen çocuk olarak sızmaya uğraşıyorum. Münir Ağbi’ye Magic Circus’ü anlatıyorum. O bana çadırcı cambaz Rıfat Telgezer’i anlatıyor. Telde gezerek geçmiş hayatı, o yüzden soyadı öyle.

“Cambazhaneler, çadırcılık bitince kendi eliyle bir kibrit çakıp yaktı çadırını, bıraktı işi!” diyor Münir Ağbi.

Ardındaki duvarda bir çiviye asılı duruyor kavuk. Yağmur yağıyor Kazancı Yokuşu’na, pencerenin dibindeki kaldırımdan aşağı akıyor çamurlu sular.

“Kime versem bu kavuğu?” diye soruyor. Dudak büküyorum.

“Metin’le Zeki’yi düşündüm. İkisine birden versem dedim. Ama geleneksel tiyatroda iki komik yok. Haldun Taner’in getirdiği müthiş bir tarz bu… Kavuklu komik, Pişekar da komik! Hangisine versem derken tiyatroyu bıraktılar! Müjdat da yapmıyor tiyatro… Kime versem ben bu kavuğu?”

On bir yıl sonra Arnavutköy’den bir taksiye binip ziyaretine gittim, koltuğumun altında bir dosya. Kavuk o çiviye asılı duruyordu ardındaki duvarda.

İSTANBUL’U SATIYORUM ismini verdiğim bir oyun. Mimar Sinan rolünü oynamasını rica ediyorum. Heyecanlanıyor.

“Çok zamandır oynamadım. Ben oynamayı unuttum!” diyerek hiç açmaya yeltenmiyor dosyanın kapağını. Gene de okuyacağını, bundan keyif alacağını belirtiyor. Arnavutköy’deki evin telefon numarasını bırakıp çıkıyorum Kazancı Yokuşu’na.

Üç gün sonra telefon ediyor.

“Oyun çok güzel. Rol çok güzel, fakat ben artık oynayamam. Metin çok güzel, ama ben bunları ezberleyemem,” diye yan çizmek istiyorsa da oyunda oynamaya ikna ettiğim Erol Günaydın’la birlikte ziyaretine gelmek istediğimizi belirtiyorum.

“Erol da mı oynuyor? Tabii buyrun!” diyor heyecanla.

Odanın ortasındaki masada oturuyoruz üçümüz. Erol Ağbi çok mutlu ve coşkulu.

“Bu müthiş bir olay! Birlikte oynamamız lazım Münir!” diye gaza getiriyor onu.

“Ezberleyemem ki!” diye boynunu büküyor Kavuklu.

“Ben ezberletirim sana!” diyor kavuksuz Kavuklu Erol Günaydın. Kavuk o çiviye asılı öyle duruyor ardındaki duvarda.

Provanın ortasında gelen Adile Naşit’in ölüm haberikâbus gibi çöküyor Küçük Sahne’ye. Gözünden yaşlar süzülüyor MünirAğbi’nin.

            ”Afedersiniz, ben bugün prova yapamayacağım.

İptal ediyoruz provayı. Devresi gün usta prova saatinden erken gelerek oyun metnini uzatıyor bana:

”Afedersiniz, ben bu rolü oynayamayacağım.

“Sen bu rolü oynamazsan, bizim bu oyunu oynamamızın pek bir anlamı yok Münir Ağbi! Senin için yazdım bu rolü. Sen oynamıyorsan, tamam o zaman, oynanmasın bu oyun!”

“Hayır. Oyun çok güzel ve oynanması lazım. Ben bu rolü beceremeyeceğim yani. Başka bir arkadaş bulalım,” diyerek değişik oyuncu isimleri öneriyor.

“Bu oyunu sensiz düşünemiyorum Münir Ağbi,” dedim. Erol Ağbi onu ikna etti, başladı prova.

İkinci yılını kapalı gişe oynuyor İSTANBUL’U SATIYORUM. Oyunu beş yıl aralıksız oynayacağımızı henüz bilmiyoruz. Küçük Sahne’den Vakko’ya kadar uzanıyor gişedeki kuyruk. Tuvaletçi Suzan Hanını çok mutlu!

Bir gece önce Erol Ağbi’ye yaptığım tuluatla ilgili mavra yapılıyor penceresi İstiklal Caddesi’ne bakan şömineli kuliste.

“Bana sakın yapma lütfen. Ben tamamen uçarım!” diyor Münir Ağbi. Tuluat, benim için, yazar oyuncu konumundan ötürü, oyun sırasında dan, diye aklıma gelen bir şey olarak var. Yıllarca karşımda oynayan çırağım Rasim bunu tuluattan önce gözümde farklı bir ışık oluştuğu biçimde gözlemlemiş;

“O ışığı görünce, eyvah şimdi geliyor yeni bir şey deyip gardımı alıyorum!” diyor.

Karşımdaki oyuncuları zor durumda bırakmamak için tek kişilik oyunlarım dışında pek tuluat yapmamaya özen gösteriyorum, fakat zaman zaman bu konuda kendimi denetleyemiyorum, lafın yeri geliyor, ağzım torba değil, büzemiyorum.

Oyun başladı. Ustayla karşılıklı sahnemiz. Başbakan Turgut Özal o gün gayet salakça bir laf etmiş. Tam yeri geldi, verdim lafın cevabını. Münir Ağbi’nin gözleri yerinden dışarı uğrayacakmış gibi büyüdü. Salonda alkış patladı. Usta endişeyle gülümsedi. Alkış sonunda söze girmesi gerekirken bana boş boş bakmaya başladı. Sıkıntıyla, “Eeeeee…” dedi. Lafını unutmuştu, bunun endişesiyle bakıyordu gözüme. Alışılagelmiş partisyonun içine orada olmayan notalar sokmuş, onu zor durumda bırakmıştım. Yaptığıma yapacağıma bin pişman oldum. Ağzımdan kaçtı işte! Ona sözünü anımsatacak bir soru biçiminde ikinci bir tuluat yaptım. Çok sevinen bir çocuğunki gibi ışıldadı gözbebekleri. Hatırladı lafını, patlattı, o da alkış aldı. Gene karıştı kafası. Çok yüksek ve müthiş bir oyun olarak tamamlandı o geceki ISTANBUL’U SATIYORUM.

Devrisi gün elinde bir naylon torbayla geldi Küçük Sahne’ye…

“Bu senin! Sen bugünün ortaoyununu yapıyorsun!” dedi. Açtım naylon torbayı; duvarda bir çiviye asılı duran, Hasan Efendi’den Dümbüllü’ye, ondan Münir Usta’ya devrolan kavuk! Elini öptüm. İkimiz birbirimizden çok daha güzel ağlayarak sarıldık birbirimize.

Kavuğu devraldığında ona söylenenleri bana yineledi:

“İlle birine vermek zorunda değilsin. Tiyatromuzu senden sonra bir yere götürecek bir bayraktar bulursan devredeceksin.”

“Devredemeden ölürsem n’olucak usta?”

“Birini vekil tayin edeceksin. Ben Erol’u vekil tayin ermiştim,” diyerek Erol Ağbi’yi gösterdi. Sonra gülüştüler.

“Uçak hikayesi korkunçtu yalnız!” dedi Erol Günaydın.

İkisi birlikte uçakla İzmir’e gidiyorlar turneye. Uçaktan korkuyorlar zaten, uçak kalkar kalkmaz da ya düşerse kavuk n’olucak kaygısına kapılıyorlar. Uçak İzmir’e iner inmez toprağı öpüyorlar:

“Kavuk kurtuldu!”

Fakir de kavuğu içine vasiyet olarak yazmıştır ki, öldüğüm gün birine verememişsem kavuğu Ortaoyuncular vekilimdir.

Hiç merak etmeyin, kavuk kurtulmuştur ustalar!

Abone Ol

Yeni sayılarımızdan haberdar olmak için
ücretsiz abone olabilirsiniz.