AYLAK DERGİ

CEREN GÜNDOĞAN

KAYIP BİR FOTOĞRAF

Zaman çok hızlı değildi ilk gençliğimde. Mevsimlerin kokusu vardı. Devrisi yıl o kokudan anlardınız baharların gelmekte ya da tuzu ve parıltısı bol yazın bitmekte olduğunu. Esen yel hatırlatırdı duyguları. Lise sonrasında kazandığım bölümle alakam olmadığından derslere katıldığım iki haftanın sonunda üniversiteden ‘terk”im. Sonraki üniversite sınavına bir yıl var. İstanbul Şehir Tiyatroları’nda devam ettiğim ilk tiyatro okulumun kapatılmasıyla ortada kalmışım. Üniversite öğrencisi abimle yaşadığımız öğrenci evimiz var ama İstanbul’da kalmamı gerektiren bir “ereğim” yok. Aile evimiz Gebze’de. Üniversite terk oluşum aile yapımıza ters. Tiyatro okulları konusunda şansım da… 19 yaşındaki kızının çabalarına el vermek isteyen babam telefon konuşmalarımızda “eve gel keçi, İngilizce kursuna git burada, İngiltere’ye yollayacağım kızımı” diyor. Keçi inat, tiyatro çevresinden ve İstanbul’dan uzaklaşmak istemiyor. Bahariye’de bir giyim mağazasında tezgâhtarlığa başlıyor, kazandığı parayla başka bir tiyatro okuluna gidecek. Okulun ilk gününde diksiyon hocasına ve ortamın bayağılığına tahammül gösteremeyip oradan da ayrılıyor. 

Bir güz sabahı, çalıştığı giyim mağazasına gittiğinde mağazanın iflas ettiğini öğreniyor. Ne yapacağını, nasıl yapacağını düşünmek için Moda sahiline yürüyor. Telefonda konuştuğu arkadaşı, “çık gel, bendeyiz” diyor. “Akşama Kâzım’ın Babylon’da konseri var.”

Lazca rock grubu, alanında biricikliğiyle kalmayıp Türkiye müzik tarihine yenilikçiliğiyle öncü olan Zuğaşi Berepe’den sonra yaptığı ilk albümü Viya’nın ilk konseri… Kâzım’la ilk karşılaşmamız, tanışıyoruz. Elinden gitarı düşmüyor, akşamki konser için heyecanlı, çok az uyuyabilmiş. Heyecanı hepimize tesir ediyor. Evde insan sayısından çok daha büyük bir enerji var. Sonraları Kâzım’ı anarken bana hep eşlik edecek o büyük enerji. Sevinçli, mutlu, tuhaf bir heyecan… 

Konser için Babylon’dayız. Aynı konserde bu kadar çok sayıda Lazın ve Kürdün yan yana olduğunu bir daha görmedim. O tuhaf, büyülü enerjisi konser salonuna yayılıyor. Enerjinin devrimleştiği ândı Kâzım. Bu yüzden ne çok andım toplumsal devrimimiz Gezi boyunca onu, ne çok istedim orada olabilmesini… 

Telefonumdan babamı arayıp Kâzım’ın çok sevdiğim şarkısı Ben’i dinletiyorum. Babama diyemediklerimi Kâzım, o rengi başka sesiyle naklen söylüyor. “Baba ben yıkıcıyım ama/ ama kendini bilmez değilim/ yaşamak istiyorum sadece/ kendi savaşlarım uğrunda…” 

Başka bir tiyatro okulunda öğrencilik ve Devlet Tiyatroları’nda da oyunculuk ve reji asistanlığı günlerim başlıyor. Tiyatro yapıyorum, sahnedeyim, mutluyum. Birkaç yıl geçiyor. 

Kâzım turnede değilse Cihangir’de genellikle hep bir aradayız. Seveni çoktu her zaman. İkinci albümü Hayde ile daha geniş kitlelerce tanınır olmuştu. Yorulmak bilmeden gitar çalmasına bağlamıştı(k) ilkin, sırt ağrılarını… Gerisi zaman anlamında kısa, duygu anlamında uzun bir süreçti hepimiz için. 

Hastanedeki ilk ilaç tedavisini almaya gittiğinde birkaç araba dolusu eşi dostuyla umutlu olmaya çalışıyordu. Hep yüksek bilinçli, duyarlıydı. Tedavi dönüşünde arabadayken bir radyo programına katılmıştı. Konuşması bittikten sonra radyoda Kâzım’ın söylediği Ayrılık Şarkısı çalıyordu, ağlıyorduk. “Şarkılar bir çığlığa sığınmaksa / Şimdi, sonsuz bir yangın gibi Sevmesem öyle kolay çekip gitmek
Yaralı bir kuş gibi / Kumral bir çocuğun yaz öyküsü bu / Şarkılarla geçtim aranızdan Yalnızlar gibi susup uzun uzun / Düşlüyorum bu kenti
Ah, bir aşk gibi…” 

Tedavisi sürerken sahne aldığı Yeni Melek Gösteri Merkezi’ndeki konseri toplu bir vedaydı sanki. Onunsa enerjisi inatçı, küskün olsa da hep esprili, büyüsü dalga dalga… 

İlkbaharda yine birkaç araba Belgrad ormanlarına gittik, Kâzım açık havada güneş alsın, hep birlikte moral olalım diye… Arkadaşımın fotoğraf makinesiyle fotoğraf çekme görevini üstlenmişim, Kâzım’ı ormanda onlarla çekiyorum durmadan. Toplu fotoğraf, bir tane de burada… Kâzım “gelsene sen de gir” dediğinde yanına koştum. Makine benim olmadığından hiç görmediğim tek kare fotoğraf, eşsiz bir ân. Geride kalan. Ama yok, yıllarca arkadaşımdan istediğim halde bir türlü ulaşamadığım kayıp bir fotoğrafta biz… 

Kâzım’ın erkenden ölümü ilk gençliğimin en büyük acısı oldu. Haziran ayında oynadığım oyunla Türkiye turnesi için şehir dışına çıktığımda Kâzım yoğun bakıma kaldırıldı. Uzakta olmak korkunçtu. Turnedeyken bir gece rüyamda gördüm Kâzım’ı. Kumral yakışıklı yüzü alev alıyordu. Ertesi gün, 25 Haziran 2005 günü, turne aracı Afyon’da mola verdiğinde gazeteci bir arkadaş arayıp verdi kara haberi. Yüzümü yıkamak için girdiğim dinlenme tesisinin tuvaletinde yığılıp kaldığımı hatırlıyorum. Bir hafta sonra da turne ekibinden ayrılıp Konya’dan ilk uçakla tedavi için İstanbul’a geldiğimi ve bir aya yakın hastanede tedavi gördüğümü. Midem kendini yiyip bitirmişti. Uzun süre onun gibi 33 yaşımda öleceğime saplantılı bir şekilde inandım. Paylaşılamayan acılar, dile gelebilecek ortam bulamazsa acı, onu taşıyanı oyup bitirirmiş. Şimdi dönüp 22 yaşındaki acısı dağ gibi olan Ceren’e baktığımda gördüğüm bu. Acıda yalnızlaştırıldığı… 

Aylak Dergi yayın yönetmeni sevgili Alpaslan Ayaz, Kâzım Koyuncu’yu anlatan bir yazı yazmamı istediğinde, yıllardır yaptığım gibi “çok zor” dedim. Alpaslan yazmam konusunda ısrarcı olup yazı teslim süresini olabildiğince uzun tuttu. Bugün sürenin sonu… Başka bir 25 Haziran. Canım arkadaşım Kâzım gideli on sekiz yıl olmuş. Yaşanan ânlardan çok yaşanamayanların gölgesiyle. 

Yazarken onun tüm hayatına yayılan devrimci ruhu, adalet duygusu, idraki yüksek zekâsı, sezgileri, yaratıcı bir sanatçı olarak müziğinden bahsetmek istiyordum ama bunu bilmeyen yok sanıyorum. Bendeki Kâzım’ı kısaca anlatmaya çalıştım. İlk gençliğimde tek başıma yaşamak durumunda kaldığım bir düğüm duygu da çözülmüş oldu. Teşekkür ederim Alpaslan. 

Mevsimlerin kokusu yok. Haziran bitmek üzere… Günler artık kısalmaya başladı. Senin günlerin neden o kadar kısaydı hiç bilemedim, hiç bilemeyeceğim Kâzım… 

Ceren Gündoğan 

25 Haziran 2023

Abone Ol

Yeni sayılarımızdan haberdar olmak için
ücretsiz abone olabilirsiniz.