Şenlikler gibi parlayan ateş gözlerinle
yak hayvanlardan kalma bu artığı, temizle!
-Baudelaire
İstanbul’a bir peri tozu serpsem yükseklerden, martılar parlasa, sedeften görünmese vitrinler ve kaldırım taşları değerlense… Bazen tüm acıyı süpürmek, örtmek, tüm marazı onarmak gelir içimden. Mümkün değil tabi ama başka türlüsü hiç aklıma gelmez. Yaşamı, acıyı kazımak ve gerçeği parlatmakla anlamlandırmışımdır belki. Tomris Giritlioğlu da buna benzer bir şey yapar işlerinde, acının üstüne aşk serper. Acısını almaz belki ama yarayı sağaltır. Parlatır da hem, görkem katar yaraya. Giritlioğlu’nun işte böyle bir anlayışla bize tuttuğu aynalardan biridir Güz Sancısı.
İradesini babasının gölgesine teslim eden Behçet, belki de ömründe ilk kez Kâmil Efendi’nin değil de kendi penceresinden bakıyor hayata. Bir başka teslim alınmışı görüyor gözleri ve bir pencereden diğerine çamaşır ipi gibi geriliyor aşk! Perdeler açılıyor, perdeler kapanıyor, perdeler aralanıyor ve arkasında gizlice… Ve hep yine. Sadece soyunurken ve giyinirken en çıplak haliyle görüyor Elena’yı. Onun güzel bedenine diğer herkesin gözleriyle diktiği arzu ve aşağılamadan ibaret elbiseyi fark etmiyor bile Behçet. Perdeler açılıyor, “Gör beni.” diyor sanki Elena. “Çıkardım lanetli elbiseyi. Bak bana, kendimim!” O sırada bir telefon çalıyor, babasının duvardaki fotoğrafı yaralıyor Behçet’i, kan akıyor, çok kan… Bir yanda kansız bir cinayet beliriyor. Dostunu satıyor bir itaatkâr! Elena bedenini satmış, çok mu?
“Bir Rum kızı, bir fahişe… Ama çok güzel.” diyor herkes onun için. Bir tek Baba Yorgo’nun dükkanında “kendi” olabiliyor, bir de Behçet’in karşı penceresinde. Peki Behçet nerede kendi olabiliyor? Rejans’ın büyülü atmosferinde bir grup yaşlı adamın politik kahkahaları eşliğinde sandalyesini düzeltirken mi? Seyir kabininde Elena’nın üzerinde müstakbel kayınpederini gördüğünde mi? Suat’ın adını deşifre ederken ya da Nemika’yı olmayacak bir hayale inandırırken mi? Film boyunca Behçet’in “kendi” olmasını bekliyoruz aslında.
Suat ona “Oğlum sen bir Kâmil Efendi olmazsın, ancak onun kötü bir sureti olabilirsin.” dediğinde belki çok anlamıyoruz ama Suat, Behçet’i bizden iyi tanıdığından ediyor bu sinkaflı küfrü arkadaşına. O günlerde siyaset eliyle ve örgütlü biçimde tırmandırılan toplumsal gerilim ortada dostluk ya da aşk namına pek bir şey bırakmamakta kararlı duruyor. Hakikaten sancılı başlayan güz, sadece kapıları değil zihinleri de kırmızı boyasıyla işaretliyor.
“Bütün gece seni düşündüm, bütün gece kollarımda taşıdım seni.” diyor Behçet. Kehanet bu ya, gerçekleştiriyor kendini.
O gün geldiğinde, sistematik bir şekilde oluşturulmuş eli sopalı kalabalık adresleri biliyordu. Belki de ömründe ilk defa İstanbul’a ayak basmış öfkeli kimseler kırmızı boyayla işaretlenmiş evleri, dükkanları elleriyle koymuş gibi buluyorlardı. Öfke, linç, yağma Beyoğlu’nun güzel yüzünde derin kesikler açıyordu. Arnavut kaldırımında vitrin mankenleri sahipsiz cesetler gibi boylu boyunca uzanıyordu. Plastik vücutlarında kaskatı kesilen acı, buharlaşarak göğü dolduruyordu. İpekten elbiseler, kadife şapkalar, kürkler kötülüğün çirkin çıplaklığına eğreti giysiler oluyordu. Elena ezbere bildiği sokaklarda genzini yakan acıyı soluyarak kendine bir yol arıyordu. Nemika’nın vicdanına rastlasa da yolu, mahşere denk düşen bu hadiseyle yer ayaklarının altından kayıyordu. Oysa daha yeni birleşmişti aşk bedenlerinde, kimlik sormamıştı kimseye. Artık bilinci kapanırken kim olduğunu biliyordu Elena. Kim olmadığını da. Kim olursa olsun, olduğu haliyle Behçet’in onu bütün gece kollarında taşıyacağını da biliyordu.
FEZA ÜNVER