1- Eksi On Altı Kolektif, 2021 yılından bu yana seyirciyle buluşan, “yeni” sayılabilecek bir sanat topluluğudur. Üstelik kurulduğu günden bu yana salgınlar ve felaketlerle mücadele etmeye devam etmekte. Bu hikâyenin detaylarını sizden dinlemek isteriz.
Belirttiğiniz gibi topluluğumuz, 2021 senesinin temmuz ayında, ilk aşamada yalnızca sahne ve performans sanatlarında üretimler vermek üzere kuruldu, ancak ekip yapısının disiplinler arası şekillenmesi üzerine zamanla sinema, video, dijital sanat, müzik, illüstrasyon ve grafik tasarım üzerine de üretimler vermek hedefiyle bir sanat kolektifine evrildi. Tam da salgın koşullarında, üretim alanlarımızın kısıtlandığı bir zamanda, Olcay ile yaptığımız uzun sohbetlerin neticesinde şekillenmeye başladı, ardından farklı disiplinlerden çok sevgili bir grup arkadaşımızın da omuz vermesiyle vücut buldu.
Sizin de belirttiğiniz gibi ülke ve dünya gündeminde yaşanan büyük felaketlerin, hiper enflasyon koşullarının ve salgının ortasında, yer yer duraklaması gerekse de hala yolumuza devam edecek bir etkiyi ve enerjiyi de yakaladığımızı düşünüyorum. Her felakette engellemek için akla ilk gelen alanlar eğlence ve sanat olsa da sanatseverlerin de hayatında pandemi öncesine göre tezat bir şekilde bir arada gerçekleştirilen etkinliklerin önemini arttırdığını düşünüyorum. Bu da aslında bakarsanız bizim kuruluş evremizde, duraklama dönemlerinde büyük krizlerle karşı karşıya kalsak da genel resimde güzel bir geri dönüş sağladı. Bunda dijitale ve sosyal medya tasarımlarımıza verdiğimiz önemin de etkili olduğunu düşünüyorum.
Yaş ortalaması yirmili otuzlu yaşlarda olan genç, üretken ve çalışkan bir ekibiz. Provalar başlayana kadar hepimiz yazın depresyondaydık mesela 🙂 Kimsenin emeğinin sömürülmediği, kimsenin ayrımcılığa uğramadığı, herkesin özgürce sanat ürettiği bir dünyayı düşleyen, bu dünyanın değirmenine de su taşıma gayretinde olan insanlarız. Bunu da çalışma ve birlikte üretme kültürümüze yansıtmaya çalışıyoruz. Herhangi birimizin fikrini hep beraber geliştirmeye ve büyütmeye çalışıyoruz. Şimdilik her şey yolunda gidiyor 🙂
- Tiyatro, diğer sektörlerin arasında ayakta kalmak için en yoğun mücadeleyi veren, zorlukların sürekli olarak yenilendiği bir yerde duruyor. Bugün yürüdüğünüz yola baktığınızda motivasyonun kaynağını nerede buluyorsunuz?
Tiyatro, diğer sektörlerle kıyaslanınca elbette ayakta durmakta zorlanıyor çünkü tiyatro esas itibariyle bir sektör değil. Ödenekli ve sponsorlu tiyatroları dışarıda bıraktığınızda en yüksek vergi diliminden kesintiye uğrayan, destek için kırk takla attırılan, 100-200 arası kapasiteye sahip sahnelerde tabir-i caizse iki bira parasına (ki her ikisi de çok yüksek, lafım asla seyirciye değil) bilet satarak ayakta kalmaya çalışan bir tiyatro, hele ki çalışanlarına insani şartlar sunmak gayretindeyse resmen akla karayı seçiyor. Pandemi esnası ve sonrasında birer birer sahneler kapanırken bizler gibi bir sürü yeni ama sahnesiz tiyatro topluluğu da kuruldu. Bu topluluklar hem mevcut sahne takvimlerinde kendilerine yer bulmakta zorlanıyor hem de mevcut sahne koşullarını karşılamakta güçlük çekiyor. (Sahneler değil, sahne giderleri çok yüksek.) Motivasyonumuzun temel kaynağı kesinlikle neler yapabileceğimizi bilmemiz ve kendimize olan inancımız. Antenleri açık, dünyayı ve olan biteni takip eden, her yaptığımız yeni işte bir öncekini aşma gayreti gösterdiğimiz güzel bir çalışma yoğunluğumuz var. Bizi bu karmaşa tuhaf bir yerden de mutlu ediyor sanırım 🙂
- Sizi tanımak isteyenlere verdiğiniz ilk cevap; “Şimdiki Zamanın Ortasına Doğdu” mottosu oluyor. Bu motto nereden geliyor, nasıl bir çıkış hikayesi var?
Şimdiki zaman, aslında benim çok büyük bir takıntım. Anın ruhuna, duygusuna, derdine ortak olduğum kadar iyi hissediyorum. Topluluğumuzu kurduğumuzda da ortak paydada buluştuğumuz unsurlardan belki de en önemlisi “Sözümüz hep şu ana olsun, geçmiş birikimimiz ve gelecek hayalimizi hep şu anda birleştirelim” olmuştu. Biraz kavramsal kaldı sanırım anlattıklarım, demek istediğim hem araçlarıyla hem üretimleriyle hem de sesi sözüyle içinden geçtiğimiz zamanın ruhunu yakalamak en büyük derdimiz. Bunu yapamadığımızı hissettiğimiz gün, zaten bu işten pek bir zevk alamayız sanırım.
- İlk oyununuz Prima Facie / İlk Bakışta başarılı bir sezon geçirdi ve yeni sezonda da izleyiciyle buluşmaya hazırlanıyor. Olcay Yusufoğlu’nun hayat verdiği Tessa, bize ne anlatıyor?
Prima Facie, Avusturalyalı oyun yazarı ve Avukat Suzie Miller’ın en popüler metni. Hatta oyunun ilk uluslararası prodüksiyonu bizdik ancak bizimle birlikte dünyada özellikle İngiltere prodüksiyonunun ardından inanılmaz bir üne kavuştu. Bizim büyümemizle paralellik göstermesi de başarılı sezonumuzun önemli unsurlarından oldu.
Oyun, İngiliz Avukat Tessa Ensler’ın, başına gelen bir olayın ardından meslek ve adalet anlayışının temelden sarsılmasını ve bu sarsıntının getirdiği süreci anlatıyor. Cinsel saldırı davalarını temel alarak, aslında hukukun temel ilkelerinin adaletsizliğin en büyük sebeplerinden olduğu tespitini seyircisiyle paylaşıyor. Oyun ülke seyircisinin alışkın olduğu bir tek kişilik oyun değildi çünkü terminolojik bir dile ve anlatıma sahip. Ancak ülkemizdeki en can alıcı gündemlerden biri olan cinsel saldırı vakaları ve çok ciddi bir oranda adaletsiz sonuçlanan dava süreçlerine epey bir sözü var oyunumuzun. Ayrıca bunu yaparken ajitatif bir dilden ve tetikleyici unsurlardan kaçınmaya ve seyircilerimizle yalnızca derdimizi paylaşmaya çalışıyoruz. Bu sezon da özellikle İstanbul’un çeşitli sahnelerinde görülebilir oyunumuz. Ancak bu sezon kaçırmayın derim, son sezonumuz olabilir zira 🙂
- Biraz da yeniliklerden ve beklentilerden konuşmak istiyoruz. “Sen Diye Biri Vardı” bu sezonun merakla beklenen oyunlarından biri… Alp Ünsal ve Olcay Yusufoğlu bu kez nasıl bir hikâyede buluşuyor?
“Sen Diye Biri Vardı” aslında benim yıllardır aklımda olan bir fikri Olcay’ın cesaretlendirmesiyle kağıda dökmemle başladı. Fikir havuzumda yaklaşık 5-6 senedir “iki eski sevgili, bir gerekçeyle ayrılıklarından 10 sene sonra bir araya gelse neler olurdu?” şeklinde durmaktaydı. Ardından yazım sürecine başladığımda elbette kendimden, kendi öykümden, kuşağımın karakterinden ve anılarımdan bir sürü renk çalındı metne. Bu durum da oyunu sosyologların Y kuşağı olarak adlandırdığı (1981-1996 arası doğan kuşak) bizlerin genel bir hikayesine dönüştürdü.
Oyun temeline iki eski sevgili olan Can ve Damla’nın, tam 10 yıl sonra Damla’nın babasının cenaze evinde kimi tesadüfler eseri baş başa kalmaları ile başlıyor. Kendilerinden, geçmişlerinden ve mutlu anılardan bahsederken sohbetleri yavaş yavaş bir hesaplaşmaya dönüşüyor. (Ne zormuş spoiler vermeden anlatması 🙂)
Aslında serin bir sonbahar akşamında bir eve, bir sohbete konuk olmak gibi bir hissi var oyunun, sanki bir gizli pencereden olan biteni izlemek gibi.. Umduğumuz gibi aktarabilirsek değerli seyircimize, herkesin yüzünde duygu yüklü bir gülümsemeyle çıkacağına inanıyorum. Oldukça da heyecanlıyız, bir sürü ilki de yaşıyoruz haliyle oyunda. Benim ilk yazdığım oyun, Olcay ile ilk kez aynı anda sahnedeyiz, saygıdeğer yönetmenimiz Elif Erdal ilk kez tiyatromuzda oyun yönetiyor v.s v.s… Ancak en önemlisi şüphesiz ki rahmetli babam Levent Ünsal, sevgili eşi rahmetli Pınar Ünsal ve başta hepimizin ustası Ferhan Şensoy olmak üzere sayısız ustamızın sahneye çıktığı, bir sürü çırağın büyüdüğü, İstanbul’un benim için en büyülü ve özel mekanlarından biri olan SES 1885 Ortaoyuncular Tiyatrosu’nda ilk kez sahneye çıkacak olmamız. Başta sevgili Derya ve Ferhan Şensoy olmak üzere tüm Ortaoyuncular ailesine bu inanılmaz destek için çok teşekkür ediyoruz. Duygularımız ve heyecanımız tarifsiz açıkçası. Şu cümleleri yazarken bile ellerim terledi, o derece! 🙂
- Yazmak ve oynamak… Kolektif oluşumların bize tattırdığı, maharetli zihinlerin ve bedenlerin bir oyunun birden fazla alanına dokunması gerçekten farklı bir etki uyandırıyor. “Sen Diye Biri Vardı” oyununda Alp Ünsal hem yazar hem de oyuncu. Bu hissin üretici tarafından zorlukları, avantajları ve uyandırdığı duygular nelerdir?
Öncelikle teveccühünüz, çok teşekkür ederim. Daha önce kısa kısa yazdığım epey oyunu ve parçayı oynamayı tecrübe ettim ancak oyun uzunluğu ve formunda bir metnimde ilk kez oyunculuk yapıyorum. Metne hakimiyet, metnin sözünü söylemek, tüm göndermeleri ve alt metinleri ezbere bilmek gibi mükemmel katkıları olsa da tam da bu sebepler aslında bir oyuncunun laneti. Metinle ilgili bildiklerimi tabir-i caizse prova sürecine girerken sıfırlamaya çalıştım. Çünkü meslektaşlarım bana katılacaklardır ki metin ve karakter deşifresi prova süreçlerinin en gizemli ve eğlenceli kısımlarıdır. Ancak genel resimde bu hikayenin hayatlarımızın bağrından kopmuş olması, söyleyecek sözünü çok iyi bilmemiz gibi unsurlar içimizde uyanan duyguları tarifsiz bir yere ulaştırıyor açıkçası. Umarım seyircide de karşılığını bulacak bir gayret ve çalışkanlıkla da hazırlanıyoruz. Çıkan ürün de ekipçe siniyor içimize. Kalanını seyirci söyleyecek, bakalım 🙂
SÖYLEŞİ: İLAYDA BUSE UYAR