Babam Münir Özkul
Bebek Güner, yani ben doğduğumda, babam -aktör olmasının doğası gereği- bütün ilgiyi üzerimde toplamama, bununla da yetinmeyip ağlayıp zırlamama pek içerlemiş. Zaten hep, “Bi’ çocuklarla, bi’ de hayvanlarla oynamayacaksın!” der durur. Bunun üzerine, babamı hep “Benim at suratlı damadım!” diye çağıran anneannem beni büyütme işini üstlenmiş. Anneannem ölünceye kadar, sürekli çalışan ve turnelerde sürünen annem ve babam, benim için, evimize gelen en sevdiğim misafirler oldu. Yedi yaşımdayken anneannen öldü ve dedemle birlikte bizim misafirlerin yanına taşındık. Bu arada, babam çoktan içkiyi bırakmış, efendi efendi çalışan biri olmuştu. Gazinolarda “oneman show” yapıyor, atlıyor, zıplıyor, izleyenleri gülmekten kırıp geçiriyordu. Zeki Müren’in neden babamdan sonra sahneye çıktığını ve babamdan daha çok alkışlandığını hiç anlayamamıştım. Çocuk aklı işte; Murat 124’ün Mercedes’ten daha hızlı gidebileceğine inandığım gibi, babamın Cüneyt Arkın dahil dünyadaki bütün erkekleri dövebileceğine de bütün kalbimle inanıyordum zaten.
Derken, annem Güner Ağbi’ye (Güner Sümer) âşık oldu ve dedemi de alıp gitti. Biz babamla baş başa kaldık ve böylece şahane serserilik günlerimiz başladı. Babamın, çocukları akranım olan Muzaffer adlı bir arkadaşı vardı. Hemen her gün onlara gidiyorduk ve ben çok eğleniyordum. Anlaşılan Muzaffer Amca da babam da o kadar çok eğlenmiyorlarmış ki babamın yeniden evlenmesi gerektiğine karar verdiler. Tophaneli Örümcek Yaşar (Yaşar Anne…) adlı kadınla evlenmesi annemce de uygun görüldü ve evlendiler.
Yaşar Anne, babam ve ben, Kuzguncuk’ta, Nakkaştepe’de köprüye (o zamanlar bir köprümüz vardı) üstten bakan bir eve taşındık. Yürümedi; bir gün Yaşar Anne bizi terk etti ve giderken de, “Bana Örümcek Yaşar diyorlar ama sen benden de kötüymüşsün, akrepsin sen! Akrep Münir!” dedi. Bana melek gibi davranan babama neden “kötü” dediğini anlamadığım gibi, akreplerin kötü olduğundan da pek emin değildim.
Yatılı okula gidiyordum ve haftasonları babamla kalıyordum. Sarılık oldum ve babam yalnız başına bana bakamamaktan korktuğu için Çapa’ya yatırıldım. Her gün ziyaretime geliyordu, taksi tutacak parası olmadığı ve otobüslere de kalabalıktan dolayı katlanamadığı için, Eminönü’nden Çapa’ya kadar yürüyordu. Babam bütün parasını hoşuma gideceğini ve bana iyi geleceğini düşündüğü yemekler için harcıyordu. Bir ayda altı kilo alarak domuz gibi oldum ve hastaneden taburcu edildim. Bu arada, babam da hastanedeki bütün kadınların kalbini çalmaktan geri kalmamıştı. Tülin adlı bir hasta benimle çok ilgileniyordu ama aslında babama abayı yakmıştı, Tülin’i sık sık ziyaret eden yeğeni Yıldız da öyle. Babam daha genç ve havalı olan Yıldız’ı tercih etti tabii ki. Her zaman, her şeyin en cafcaflısını, en parlağını, kokuların en ağırını verenklerin en kırmızısını sever zaten.
Bir gün, babam eve ağlayarak geldi “On beş yıldan sonra sinemada ilk kez başrol oynayacağım…” dedi. Çok mutlu ve heyecanlıydı, hemen ne oynayacağını, kaç para alacağını sordum çokbilmiş bir çocuk olarak.”Kel Mahmut diye bir rol… Öğretmen rolü… Para mı? Bilmem! Beş bin lira filan galiba…”
İşte böyle bir adamdı Akrep Münir, hala da öyledir; paraya pula asla aklı ermez, zaten ermesini de istemez. Para işlerinden anlasa saflığını yitireceğini düşünür.
Neyse, Hababam Sınıfı’yla birlikte babam için yeni bir dönem başlıyor, bu arada bizi de zor günler bekliyordu Nakkaştepe’deki ev sahiplerimiz Yaşar Anne’nin tanıdıkları olduğu için oradan kovulduk. Biz de bir oda, bir koridordan ibaret bir bodrum katına taşındık. Gel gör ki, bodrum da olsa bir yalının bodrumuydu taşındığımız yer. Sabahları yüzümüzü yıkamak için boğazın serin sularına dalıyorduk, kirlenen çamaşırların yerine yenilerini alıyorduk, kirlileri gece kimse görmeden akıntıya terk ediyorduk. Bu arada babamdan pek hayır gelmeyeceğini anlayan Yıldız Abla bizi kanlı güllü şarkılar söyleyen biri için terk etmişti. Üst katta oturan ev sahiplerimiz babamın serseriliklerinden bıkmış ve bu gidişe bir “dur” demeye karar vermişlerdi. Yine kovulduk.
Artık Beyoğlu’na dönmüştük ve on iki yıl süren, Ferhan Ağbi’nin(Ferhan Şensoy) kitabına bile giren “Kazancı Yokuşu” maceramız başlamıştı. Babam zamparalıklarına devam ediyor ve her yeni sevgilisine “valla son karım beni terk ettiğinden beri elim kadın eline değmedi, kızımla baş başayız…” mavalını okuyordu. İşin tuhafı, hepsi de bunu yutuyordu. Fotoroman yıldızı Fabio Testi hayranı Banu, uzun boylu Kumarbaz Suna ve diğerleri… Babam kendi varken evin her yerinde Fabio Testi gibi bir kazmanın posterlerinin asılı olmasına tabii ki tahammül edemezdi. “Kusura bakma… Kızım benim için her şeyden önemli… Seni sevmedi işte, ne yapayım!” deyince pılımızı pırtımızı toplayıp Kazancı Yokuşu’na geri döndük. Babama yaranmak için beni el üstünde tutan kadının çocuk katili olmasına ramak kalmıştı. Suna’yı ise hem annem gibi adı “Suna” olduğu ve yine annem gibi uzun boylu olduğu için, hem de bana güzel kokulu sabunlar hediye ettiği için çok sevmiştim ama paradan anlamayan babam, her nasılsa, kumarın kötü bir şey olduğunu bilirdi. “Kusura bakma… Kızım benim için…” diye başladı.
Bu yalan kim bilir babamı kaç kez kurtardı…
Ve manken Tülay! Çok “cool” du… İçlerinde en güzeli, en klası oydu. Dual pikabında saatlerce Pink Floyd dinlerdik ve cep foto okurduk. Onun kadar şık bir kadın görmemişimdir belki de. Bir gün Tülay pikabı babamın kafasına fırlattı, babam eğilince pikap camdan dışarı uçup Kodaman Sokak’ta patladı. Babamın canı pek tatlıdır, deli deliyi görünce sopasını saklarmış, biz de oradan tüydük, o iş de öyle bitti.
Met üst babamı konuşturmaya çalışırken Umman Abla da (otuz dokuz yıllık son eşi) bize çay yetiştirmek için döneniyor, ben de yeni kameramla babamı çekiyorum ve düşünüyorum: “Nasıl da halim selim, tonton bir ihtiyarcık gibi oturuyorsun… Babacım, bu rolü çok mu benimsedin, yoksa artık gerçekten böyle mi oldun? İçindeki şeytan nereye gitti? Hani o seni sen yapan… Hani ya akrep?”
Kızlar hep babalarına âşık olurlarmış, çocuktum, o kadınların neden o kadar üzüldüğünü anlamadım o zamanlar. Ama erkeklerin hep at suratlı, elleri güzel ve akıcı olanlarını, oyuncu değilse de oyunbaz ve kötü olanlarını sevdim, farklı şekillerde de olsa beni üzmelerine izin verdim. Belki de hep o kadınları, o kadınların acılarını anlamaya çalıştım; armut dibine düşermiş ya, ben de kötüymüşüm meğer.
Yoksa babamı anlatır gibi yapıp daha çok kendimi mi anlattım? Olsun, babam için ben hep bir çocuk olarak kalacağım ve çocuklar da rol çalıyormuş zaten… Ama eğer zamanında Kafka babamın lavabodaki suyun girdabına direnerek deliğe düşmemeye çalışan kakalağı taklit edişini görseydi, belki de Başkalaşım başka türlü yazılmış olurdu…