Münir Özkul ya da Duyarlılığın İçsel Gizleri…
“Teatro dediğin nediiiir? İki kalas bir hevestir,” dedirtiyordu Tomas Fasulyeciyan’a, sevgili Haldun Taner…
“Yaşam dediğin nedir ki, biraz iniş, biraz çıkış ve koskoca bir heves,”der büyük oyuncu, usta oyuncu Münir Özkul.
Münir Özkul’u sahnede izlemek ne büyük mutluluktur…
Sizi yavaş yavaş alır, ölümlülerin oturduğu o izleyici koltuğundan kanatlandırır (siz, nasıl, ne zaman diye fark etmeden) ve yüreğinin içine, kendi yüreğinin, oynadığı kişiliğin yüreğine yerleştiriverir.
Dikkat: Sizi avcunun içine alır demiyorum, yüreğinin içine alır. Ve bir daha bırakmaz.
O andan sonra, söylediği her söz, yaptığı her hareket, her duruş, her bakış sahicidir. Ona sonuna dek inanırsınız. Söylediklerine inanırsınız. Söylemediklerinin ayırdına varırsınız. Sessizliğine anlam yüklersiniz. Yüzünün, bakışının, küçük bir hareketinin ya da duruşunun gerisindekini kavrarsınız. Sahici olduğunu, “mış gibi” yapmadığını, “rol yapmadığını” anlarsınız.
O andan sonra Münir Özkul’un duyarlığına siz de kapılırsınız, siz de yoğunlaşırsınız. Ve o yoğunluktan hiç ama hiç kopmadan onun içsel gizleri arasında, nedeninin, nasılının pek da farkında olmadan eşsiz bir yolculuğa çıkarsınız. Yolculuğun sonunda eşsiz bir duygu birikimi kalır. İçinizde büyüdükçe büyür…
Münir Özkul’u sahnede izlerken, artık izlediğiniz Münir Özkul değildir, oynadığı oyun kişisidir. İkisi bütünleşmiştir, özdeşleşmiştir, yer değiştirmiştir. İşte Sersem Kocanın Kurnaz Karısı’nın Tomas Fasulyeciyan’ı ya da George Dandin’i. İşte Çöpçatan ya da Aşık General. İşte Kanlı Nigar ya da Sasafra Yolları’nda ve daha nice oyunlar…
Bu bütünlüğe varmak için ne yaptığı, nasıl hazırlandığını, nasıl çalıştığını bilmiyorum… Bilebildiğim, yıllar içinde (ta 70’li yıllardan beri) onunla yaptığım çeşitli konuşmalardan çıkarabildiğim ipuçları…
Münir Özkul, yaşamla sanatı, yaşamla tiyatroyu birbirinden hiç ayırmama çabası içindedir. Söylediklerini, düşündüklerini, düşlediklerini, sahnede ve yaşamda yaptıklarını ve hissettiklerini bütünlemeye çalışır. Ve bu bütünlediklerini içinde biriktiren, biriktirdikçe yoğunlaştıran bir kişiliğe sahiptir. Gelin görün ki, aşırı duygusallık, korkunç umutsuzluk, endişeler, korkular, hele hele çocukluktan kalma korkular, kimi zaman tutunacak bir dal bile olmaması, onu “inişlere” ve “çıkışlara” mahkumeder.
“Belki benim bu mesleği seçmem, çocukluğumdan, çocukluktaki korkulardan intikam alma isteğidir,” diyecekti bir seferinde.
Çocuk yaşlarda en büyük tutkusu, zaafı, annesiydi.
“Sevdiğim tek insan, tek şey annemdi. O, paşa olmamı isterdi. Ben de peki dedim. Annemi çok sevdiğim için okuyacaktım. 11-12 yaşlarında başka bir tutku başladı: Oyunculuk. Bakırköy’de Miltiadi Sineması’nda bütün şaheserleri izledim. Tiyatroda da en çok Naşit’i, Dümbüllü’yü… Onları uzaktan görmek bile yeterdi bana. Ama anneme sözvermiştim, okuyacaktım. 8-1O lise değiştirerek, istemeye istemeye okumak bir yanda, deliler gibi istediğim ama iznim olmayan oyunculuk öte yanda… Bu ikisinin çelişkisi, sıkıntısı, bunalımı, duygu kamaşası verilen söz, bitmeyen sınıflar…”
Üniversiteye girdiği yıl, annesine “oyuncu” olduğunu ispatlamak için, Ses Tiyatrosu’nda profesyonelliğe geçmeye karar verdi. Ve geçti. Ancak o çok sevdiği annesine bunu ispatlayamadı. Annesi genç yaşta ölmüştü.
“Hemen annemin kişiliğine benzer bir kadın buldum, evlendim.”
Tutunacak dal… Sığınma gereksinimi… İnişler ve çıkışlar arasında bu yönteme sık sık başvuracak, annesinin yerini alacak kadını arayacak, evlenecek, annesi olmadığını kavradığı an yıkılacaktı. (Yukarıdaki sözleri söylediği 1979 yılında beşinci evliliğine hazırlanıyordu.}
“Gerçek bir tiyatroda, tiyatro mutluluğum 1950’de, Küçük Sahne’de Muhsin Ertuğrul’u tanımamla oldu. Tiyatronun büyüklüğünü, tiyatro nasıl sevilir, nasıl sayılır ondan öğrendim…”
Tiyatro sahnesi dikenli tellerle doluydu. Yaşamın yolları daha da engebeliydi. Hem zaten artık ikisi çoktan bir bütündü. Sürekli kendisiyle hesaplaşmalar, aklın ve yüreğin oyunları, dinmeyen arayış, bitmeyen korkular, kendini ve karşısındakini her an sınavdan geçirmeler, düşüşler, kaçışlar ve “inişler”, “çıkışlar… Alkol, hastaneye kapanma ya da nefsini sıfırlamak için başını kazıtma çare değildi, olamazdı. Kendisiyle ve çevresiyle hesaplaşması hiç bitmedi.
“Bir zamanlar tiyatroyu saçları oksijenli bir bar kadını gibi görürdüm. Bana ihanet ettikçe, ben kızıp ayrılıyordum. Bugün ise kabahati kendimde arıyorum. Bana ihanet etmesi için, ne yaptığımı, ne yapmadığımı araştırıyorum.”
Münir Özkul’u bunca büyük ve eşsiz bir sanatçı kılan da belki işte iç dünyasının, duyarlığının içsel gizleri…
“Hayatta da oyunculukta da yalnız duygularımın peşinden gittim,” diyen ustaya benden sonsuz sevgi ve saygı…
İyi ki varsınız Münir Özkul.