Gözleri kör olsaydı da ezbere bilirdi her milimini bu evin Beren. Kör olmadı, onun cezası da buydu: Hayatı boyunca görmek. Yaşadığı yüz yılda en büyük azap anlamaktı. Doğayı anlamak, insanları anlamak, evreni anlamak… Anlamak ve hiçbir şey yapamamak, anlamak ve doğuştan yabancısı olmak her yerin, herkesin, her kalbin. Dokunabilmek, fakat asla yakalayamamak. Yadırgayan gözleri ve sözleri, daha nefes halinde karşısındaki ciğerlerinde gezdirirken anlar ve ürperirdi Beren. Belli etmezdi üzüldüğünü, ağladığını da belli etmezdi. Kör değildi gözleri, keşke kör olsaydım, dediği çok şey yaşadı, bir çocuğun görmemesi gereken çok şey gördü gözleri. ” Bir çocuk ne zaman büyür?” diye yazmıştı, annesinin kendisine hediye ettiği ilk günlüğe. Sahi ne zaman büyür bir çocuk? Çocuğu olduğu insanlar artık hayatından gidince mi mesela, hatırlamamak peki? İlk adımı, ilk kelimeyi, ilk ağlayışı, ilkleri ve sonları misal… Daha bunun gibi nicelerini hatırlamadığında yaşanmamış olur mu koca bir ömür? Koca bir ömür senelerle mi ölçülür yoksa dolu dolu geçen ama matematik hesabında hatırı sayılmayacak rakamlarla mı? “Koca Koca” sıfatına nail olur mu? Cesur olmak mı değerli kılar yaşamı, vazgeçmek mi yoksa biriktirmek mi kıymetli. Oğuz Atay’ın o cümlesi aklındaydı okuduğu andan itibaren. Kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım; kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım. Beren çok defter doldurdu günlük diye, ilk günlüğü gibi pembe ve süslü değildi. Sona doğru doldurdukları, şirketlerin hediye ajandaları, bulabildiği tüm kağıt parçaları… Orhan Veli misali, yazdı durdu boş bulduğu, boş gördüğü her yere. Yaşam denen şey suya yazı yazmaktı ama biliyordu bunu da. Ezbere biliyordu bu dünyayı, ezberini tazelemek için yazıyordu, unutursam diyordu içinden, eğer olur da unutursam bir gün, bu satırlardan hatırlamalıyım dünü.
Elini duvara değdirmeden milimetrik mesafede durdurdu karanlıkta, ezbere bildiği duvarda, parmağı bir hamlede itiverdi kırk yıllık düğmeyi, ahşap bir kapıydı ayağının ucuyla ittiği, beline kadar mermer üzeri de beyaz duvar olan banyoya adım attığında eskiden kocaman gelen bu yer o kadar kocaman değilmiş, diye düşündü. Küçük bir çocukken kocamandı o minik kıza, büyüdü diye kocaman sıfatını kaybetmesine yüreği el vermedi. Gülümsedi, bir tebessümden zerre fazlası değildi bu. Solda duran eski aynaya baktı, gözlerini gördü, kör olmalıydım dedi, ama bugün değil. Gözlerini kapattı bir anlığına, küçük Beren girdi içeri, parmak uçlarında lavabonun önünde açıverdi çeşmeyi, ellerini yıkadı ve seslendi annesine “Yıkadım anneeeecim hazırımmmm” birkaç saniye sonra annesi koşarak geldi, kahkahayla sarıldılar birbirlerine, pembe plastik sandalyeye oturttmuştu annesi bu sabah, köpük yapmışlardı birlikte tüm banyoyu, annesi her su döktüğünde yüzüne takındığı o komik ifadeyle kahkaha attırmıştı, eliyle kovadan aldığı suyla ıslattı annesinin yüzünü, sesleri yankılanıyordu mermelerde, birlikte doya doya gülmüşlerdi. Unutmadı o anı, sular yüzünden aşağı doğru inerken Beren. Bu AN’ı da dedi unutmamalıyım! Annesi getirdiği tarakla ince uzun saçlarını taramaya başladı, yeni aldıkları ayna pırıl pırıl gösteriyordu ikisini de gözleri gülüyordu. Ufacık haliyle bu sabah annesinin hediye ettiği ilk günlüğüne neler yazacağını bulmuştu yavaş yavaş, her anını görmeliyim, diye düşündü bu yaşamın, sevdiklerimi görmeliyim en çok… Göz kırpmak bile zaman kaybıydı akıp giden zaman içinde. Saçlarını taradı annesi önce, sonra nakış işler gibi örgülerini bitirdi, prenses gibi hissediyordu Beren, annesinin kucağındaki her kız gibi! Hazırlanmaları kısa sürdü daha sonrasında, el ele verip çıkıverdiler sokağa, uzunca bir yol yürüdüler, havada ağır bir sıcak vardı, ara sıra eski belediye parklarında durup soluklanıyorlardı, yemyeşil yosun kaplı parkın havuzunun önünde ayaklarının yere değmediği tahta bankın üzerinde gözleri değdi annesine, tek başına mücadele ediyordu her şeyle, belli etmiyordu paralarının azaldığını, işten geldiğinde türlü oyunlarla kendisini eğlendirmeye çalıştığının farkındaydı ve biliyordu geceleri fazladan mesaiye kaldığını fabrikada, en çok çaresizlik üzüyordu Bereni, ufacık haliyle yapabileceği tek şey sevmekti alabildiğine ve yazmak annesinin istediği gibi. Aklına yazdı Beren o AN’ı da diğer bütün anlar gibi. Oturdukları yirmi yıllık bank, gazete satan bıyıklı ufak boylu adam, köşedeki simitçi, tuzu her defasında fazla dolduran ve salçayı fazlasıyla sulandıran tostçuyu, anons eden çirkin bir sesi, bilmem kimin babası, bilmem kimin annesi, şu saatte şurada toprağa verilecekmiş, sevenlerine duyurulurmuş…
Dinlendikten sonra tekrar yola koyuldular anne kız, annesinin ellerinde uçar gibiydi, kaldırımların ince uzun kenarlarından yürüyordu seyyar tezgahlar denk gelmedikçe, kaldırım boyu denk geldiği tüm ağaçlara dokunuyordu mütemadiyen ve nihayet geliyorlardı beyazın hiç mi hiç yakışmadığı o hastahaneye. Babası yatıyordu bir seneden fazladır burada, iş kazasında yaralandığı ve yoğun bakıma kaldırıldığı günden bugüne tam bir sene geçmişti. Kapıda bekledi Beren, annesi doktorla konuştu, tekrar bir camın arkasında gördü babasını, yazacaklarını düşündü, defter ve kalem olmadığı için yazamadı o an, yazamadığı için gözyaşları düştü elbisesine, az sonra annesi geldi ve kavradı elinden, gözleri güldü ikisinin de. Geri dönüş yolunda ara sokaklardan, bina gölgelerinden, saçak altlarında yavaş yavaş geldiler eve, defterine yazdı Beren hemen hiç vakit kaybetmeden.
Bir çocuk, ne zaman çocuk olmaktan çıkar? Çocuğu olduğu insanlar hayatından gidince mi? Ölüm bunca zamanı yaşanmamış kılabilir mi soğuk gövdesiyle.
Sanmam. Unutmak en büyük ölüm olmalı. Hatıralar, akılda kalanlar biterse şayet hayat öne geçer, yarışmamak lazım belki de hayatla, belki bırakmalı kollarına kaderin annemin dediği gibi. Annem çok güçlü. Bugün babama gittik, son görüşümüzdü biliyorum, doktor artık yapılacak bişey kalmadığını makinenin hayatta tuttuğunu söyledi. Yanılıyor bence, biz yaşatıyoruz onu anılarımızda, biz yaşatıyoruz her gün yanımızda, uslu bir çocuk olup yazılar yazıyorum annem mutlu olsun diye, bugün parkta gözgöze geldik ve dedim ki “Ne güzel bir kadın büyüyünce ben de öyle olmalıyım, bugün harika bir örgü yaptı saçlarıma, büyüyünce ben de yapmalıyım. Keşke o da örse saçlarını, ne de güzel yakışır. Söz veriyorum örücem saçlarını büyüyünce!”
Annem ağlıyor banyoda duyuyorum, sessiz kalmaya çalıştıkça bir ses yankılanıyor banyodan, benden başka kimsenin duyamayacağı bir ses bu. Gözleri doldu parkta dinlendiğimizde, bir ölüm anonsu yapılıyordu belediye hoparlörlerinden, biliyordum onun aklından geçenleri, babamı duyacaktık bir gün sonra, ağlamadı gülümsedi bana. Bazen hüngür hüngür gülümsemeyi öğretti hayat bana!
Annesi ağlarken bir köşeden seyrediyordu Beren, sırtını duvara vermişti çıt çıkarmıyordu, küçük Beren odasından çıkıp geliverdi banyonun kapısına, ahşap kapının ardından gölgesi görünüyordu, kapı hafifçe aralandı, küçük Beren annesine sarıldı aynanın önünde, örgüleri ıslanıyordu annesinin gözyaşlarıyla. O AN’ı yazdı aklına. “Asla ama asla, dedi unutmamalı yaşananları, korkmadan yaşamalı, yaşamaktan korkmamalı.”
Çıkıp gittiler el ele küçük Beren ve annesi, banyoda kaldı Beren. Sahi ne zaman büyür bir çocuk? Yıllar evvelden o AN’ı hatırladı, hatta hatırlamak istemediklerini de hatırladı. Gittiler annesiyle birlikte babasını gömmeye. Kalabalık değildi cenaze. Fabrikadan arkadaşları gelmemişti iş kazası mı olduğu, davalık olan bu hadiseyle gelip de fabrikadakileri kızdırmamak için. Eve dönüldü, hayata dönüldü, büyüdüler birlikte. Ülkede darbeler gördüler, ülkede yıkımlar gördüler, mahallede yeni yeni komşular gördüler, üniversiteye gidip yeni yeni kavgalar gördü Beren, adaletsizliği gördüler bir mahkeme kararında, “Suç işçinin ” yazan bir paragrafta vicdansızlığı gördüler, ihaneti gördüler birlikte. Söz verdiler hiçbir şeyi unutmamaya, bir belediye parkında söz verdiler yeşil yosun kaplı bir belediye havuzunun hemen ardında… Beren banyonun soğuk taşına bakıyordu hala, “O kadar da kocaman değilmiş” dedi yine kendi kendine, “Şimdi ben ne yapacağım ” dedi, gülümsedi Beren banyonun çirkin sessizliğine… Hüngür hüngür gülümsedi.
“Sen kimsin” dedi bir ses kapıdan girip, bembeyaz saçlarıyla, umut dolu gözleriyle bakıverdi Berenin gözlerine. Derin bir nefes aldı evvela Beren, duyuldu ince bir çığlık anlayabilene.” Benim anne, benim kızın, hadi gel” Der demez hazırladığı plastik sandalyeye oturttu annesini, ısıttığı suyla yavaş yavaş yıkadı omuzlarından başlayarak. Saçlarını taradı tek tek. Su döktü saçlarına annesinin. Elindeki tasa suyu doldurduğu anda kaldıramadı kolunu, ağzını kapattı hızlıca, dayanamıyordu, bağırmak istiyordu, gözleri sırılsıklam çıt çıkarmadan ciğerlerine yolladı çığlıklarını. Kendi yüzüne de döktü gözyaşlarını gizlesin diye suları. Ördü saçlarını, tek tek,unutmadı hiç o günü, gözyaşlarıyla süsledi annesinin örgülerini. Bir anne kızını yıkadığı vakit mutluluk olurmuş orada, fakat kızı annesini yıkadığı vakit … Tarifi yokmuş bu acının!
Beş yıl evvel tanıştıkları bu unutmak hastalığında çaresizdiler. Tedavisi yoktu, ertelemek mümkündü belki biraz ertelemek. Doktorun dediği o cümlede anlamıştı Beren bu kavgayı kaybedeceğini. “Hastamız unutmak istediği, gömdüğü, sakladığı ne kadar şey varsa o kadar hızlı unutur, bir çocuk büyüteceksiniz artık, onun sizi büyüttüğü gibi!”
Eve gelir gelmez annesinin yıllar evvel yaptığı gibi, bir defter hediye etti ona “Yaz anne” dedi. Hiç dokunmadı deftere annesi, üstüne gitmemek için sormadı bir daha yazdın mı hiç, diye.
Çıkardı banyodan annesini Beren, sarıp sarmaladı yumuşacık havlularla. Odasında giydirdi, yatırdı yatağına, öptü alnından tıpkı annesinin her gece ona yaptığı gibi, geceleri fabrikadan gelip başucuna kondurduğu öpücükler gibi, her sabah hazırladığı kahvaltılar gibi, sürpriz piknikler gibi… Dolap boş kaldığında götürürdü annesi Beren’i pikniğe, fark etmesin diye yoksulluğu, halbuki bilirdi Beren parasız kaldıklarını ama gülümserdi üzülmesin diye annesi. Komşulardan istediğini duyardı annesini, bir domates, bir biber diye rica ettiğini, yine de ses çıkarmazdı, havalara uçardı her sofra başında annesi gülsün diye. Görmek, en büyük azaptı bu hayatta, anlamak her şeyi, duyabilmek söylenemeyenleri… Babası öldüğü için değildi alyansını çıkarması mesela annesinin. Kirayı ödeyemediği bir ay dayanamayıp satmıştı, unutmadı hiçbir şeyi Beren. Bir alyans aldı bugün kuyumcudan, annesi uyuduğunda parmağına takıverdi hüngür hüngür gülümseyerek. Ayağa kalktığı esnada fark etti annesinin defterinde açık duran sayfayı, halbuki daha dün boştu, eğildi kimsesiz bir fısıltıyla deftere, okudu yürekten görenlerin anlayacağı harflerle yazılan kocaman bir ömrü…
SENİ ASLA UNUTMAYACAĞIM KIZIM!