*Bu, alâkasız ve anlaşılmaz biçimde zamanından ileriye giden ve zamana yenilen bir yazarın öyküsü, belki de açık mektubudur.
Ben Başar Cemal. Anlatmak istediğim çok şey olsa da anlatacağım tek şeyin bu olması oldukça acı verici. Anlatmak istediğim şeylerde birtakım zamansal sorunlara yenildim. Çevremdeki insanların birçoğu zamanın ilerisinde olduğumu düşünürken ben aslında zamanın epey bi’ gerisindeyim. Her şeyi aniden kendimi bulduğum bu çağın gerekliliğine uygun bir şekilde yapmaya çalıştım, olmadı. Olayı en başından anlatmak iyi olacak. Zor olacak ama deneyeceğim.
Hâlâ genç sayılırım tabii ama “Gençliğimde…” diye başlayacağım söze. Gençliğimde tarla işleriyle çok uğraştım. İş bittikten sonra tarlaya yakın olan bir dere kenarına gider, köyün kütüphanesinden aldığım kitapları okur, yazar olmayı düşlerdim. Yazmaya tam da bu yaşlarda başlamıştım. Günlük tutmak birçok yazar gibi benim de yaptığım ilk yazı işiydi. Betimlemeler yapmayı dener, yaşadıklarımı bir roman karakteriymişçesine kâğıtlara aktarırdım. Sözgelimi tarlada çalıştığım vakitler bazen kendimi aç bırakır, açlığın nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışarak hissettiklerimi kâğıda dökerdim. Tarlamızın az ötesinde minik bir göl vardı. İş bittikten sonra oraya gider saatlerce yazardım. Açlığın nasıl bir şey olduğunu yazdığım vakti hatırlıyorum. Saatlerce o şekilde oturduğum için bacaklarım uyuşmuştu. Bacaklarımı açmak için kalkıp biraz dolaşmak istemiştim ama uyuşan ayaklarıma öyle bir sancı girmişti ki bir adım bile atamamıştım. Bacaklarımdaki sancının geçmesini beklerken göldeki yansımama baktım. Su durgundu. Tişörtümü sıyırdım. Kaburgalarım görünecek kadar zayıflamıştım. “Keşke yanıma yiyecek bir şeyler alsaydım,” diye düşündüm. Bir tas çorba için neler vermezdim! Demek açlık böyle bir şeydi. İnsan aç olunca her şeyi yapabilirdi, anladım.
Sonra olanlar oldu. Hayat çok hızlı akarken birden durdu. Tarlada çalıştığımız bir gün babam kan davası belası yüzünden öldürüldü. Annemse çoktan göçmüştü. İstanbul’da yaşayan amcamlarım olay sonrası memlekete geldiler. Artık köyde durmamızı istemiyorlardı. Ben de öyle. Ev de tarla da gözüme kara olmuştu. Babamdan ve rahmetli annemden geriye kalan ne varsa en büyük amcama geçti. Amcam şu cihandaki güzel olan insanlardan biriydi. Parayı bizim için muhafaza edeceğini, bir kuruşuna bile dokunmayacağını söyledi. Amcalarım beni ve kardeşlerimi İstanbul’a çağırdılar. Orada bir okula başlayacak ve onlarda yaşayacaktık. Bizim için bir anda yeni bir hayat başlamıştı.
Başlarda İstanbul bana iyi gelmemişti. Alıştığım hayattan bir kurşunla koparılmış, hiç tanımadığım bu yerde ne yapacağımı bilmiyordum. Neyse ki amcamlar beni iyi bir liseye kaydettirdiler. Okulda yeni arkadaşlar edindim; edebiyatı seven, okuyan, yazan arkadaşlar… Arkadaş edindikçe, yeni heyecanları kovaladıkça İstanbul’dan tat almaya başladım. Arkadaşlarımla birbirimize okuduklarımızı öneriyor, yazdıklarımızı okutuyorduk. Yaptığımız bu şey, zamanla bir tür tatlı yarışa bile dönüşmüştü. Ulaşabildiğimiz her şeyi okur olmuştuk. Bir keresinde yazdığım on yedi sayfalık bir öyküyü o zamanlar yeni yeni meşhur olan fotokopi makinesinde çoğaltıp okuldaki arkadaşlarıma satmıştım. Yazdığım bir şeyden kazandığım ilk para oldu bu. Gerçi okul içinde satış yaptığımı gören öğretmenim tüm paraya el koymuş, satış yaptığım tüm arkadaşlarımı toplayıp paralarını geri vermişti ama olsun. Yazdığım bir şeyin parayla alınmaya değer olduğunu görmüştüm ya, içimi tarifsiz bir his kaplamıştı. Fotokopiyle çoğalttığım yazılarıma ne mi oldu? Arkadaşlarımda kaldı. Zaten yazdığım metin de Beyoğlu Sineması’nda arkadaşlarımla seyrettiğim filmin kâğıda dökülmüş kötü bir kopyasıydı. Öğretmen, amcama olanları anlattığında ise çok korkmuş, yalnız kaldığımız ilk anda bana kızacağını düşünmüştüm. Utanıyordum, korkuyordum. Baba yarısı olsa da amca, baba gibi değildi. Ciddi duruyordu amcam. Caddede yürüyorduk. Ağzını bıçak açmıyordu. Birden durdu, korkarak ona baktım. Güldü, keyiflendi. “Kitapları sevdiğini bilirdim de yazmak… Güzel iş. Biliyorum ki aç kalacaksın, yazacağın şeye göre baskı, hatta belki hapis seni bekliyor olabilir ya, neyse. Hele ver de yazdığını okuyayım,” dedi. Ağzım kulaklarımda ona yazdığım metnin ilk nüshasını verdim. Düşündüğünden fazla gelmişti sayfalar, yakınlarda bir yerde oturup iki de çay söyledik. Amcam yazdıklarımı okurken ben karşısında deyim yerindeyse tırnaklarımı kemiriyordum. Nihayet on yedi sayfanın tamamını okudu. Hâl gülümsüyordu. “Artık ilk okurun benim yeğenim. Ben anlamam ama sen yazmışsın ya, güzel olması için yeter. Arkandayım,” dedi.
Kendime söz verdim; amcamın, ısrar etmediğim hâlde yazdığım bir metni okuyan ilk okurumun bu sözlerini ve bana olan bakışını asla unutmayacaktım. Sonra bir an geldi, ikimizin de gözleri doldu. Söylemedik ama ikimiz de aynı şeyi düşünüyorduk. Babamı.
****
Liseden mezun olduktan sonra da arkadaşlarımla görüşmeye devam ettik. Dergilere yazılar yolluyor, çoğu zaman reddedilsek de kabul edildiklerimizle yolumuza devam ediyorduk. Bu süre boyunca ailem desteğini benden bir an olsun esirgemedi. Az çok isim yapmaya başlamıştım. Arkadaşlarım da öyle… Kafamda, Kalın Cumali adını vereceğim bir roman fikri vardı. Bu romanı parçalar halinde gazetede tefrika edecektim. Romanım bir köyde geçiyordu. Cumali yetimdi, anasıyla yaşıyordu. Cumali güçlü bir karakterdi; anasına ve köylülerine zulmedenlere başkaldıracaktı. Suçlunun güçlü olduğu yerde, haklı eşkıya olurdu. “Onun bu mecburi başkaldırısıyla sistem eleştirisi yapmak istediğim romanımda elimi hiç de korkak alıştırmadım,” demek isterdim ama öyle olmadı. Yine de romanın final cümlesi kafamda dönüp duruyordu. “Dünyanın bütün Cumali’leri, birleşin!”
Romanı yazmaya başladıktan sonra bir gazeteyle anlaştım ve romanımı yayımlamaya başladım. Söylemek istediklerimi tam olarak aktaramıyordum, bu da beni geriyordu. İstediğim şeyi tam olarak yapamamak beni incitiyordu. Zamanla nefret ettim. İnsan yazdığı şeyden nefret eder mi? Ettim. Yine de Kalın Cumali tutmuştu. İyi eleştiriler alıyordum. Gazeteden aldığım para bile artmıştı. Kendi evime çıktım. Evimi kurmak, hayatımı bir düzene koymak o kadar mutlu ediyordu ki bunu kelimelerle anlatmak zordu. Tırnaklarıyla kazıyarak bir şeyleri başaranlar beni anlayacaktır. Evim soğuktu, her yer kırık döküktü ve yazmam gereken çok şey vardı. Çünkü bir şekilde tanınan, okunan bir yazar olmak istiyordum. Çok sonra gazetenin editörü benimle görüşmek istediğini söyledi. Söylediğine göre yazdığım roman birilerinin hoşuna gitmemiş ve romanın durdurulması istenmiş. Belli ki emir büyük yerdendi. Öyle de oldu. Çok geçmedi hakkımda dava da açıldı. Mahkemeye gittim. Birinci duruşma sonunda tutuksuz yargılanmaya devam etmeme karar verdiler. O günü hiç unutmuyorum. Evimin yolunu tutmuş giderken birden her şey karardı. Gözümü açtığımda ise hastanedeydim. Bir yatakta boylu boyunca uzandığım ve her yer bembeyaz olduğu için hastanede olduğumu anlamak zor olmadı. Fakat her şey biraz farklıydı. Garip cihazlar, hiç bilmediğim ekranlar… Doktorlar kim olduğumu sordular. İsmimi söyledim. Sonra polis olduğunu söyleyen garip kıyafetler giymiş kişiler geldi. Bana birkaç soru sordular. Herkesin elinde garip kutucuklar vardı. Telefonmuş. Onlara yılı, günü sorduğumda 9 Eylül 2023 tarihinde olduğumuzu söylediler. Bir yanlışlık vardı. Onlara kendi zamanımı söylediğimde bana kimse inanmadı. Birtakım testlerden geçtim. İncelediler de incelediler. Kanıma bile baktılar. Polislerle haşır neşir oldum. Bir çocuk gibiydim. Her şeyi soruyordum. Cevaplar alıyor etrafımı anlamaya çabalıyordum. Doktorlara ve polislere yazar olduğumu, bir gazetede yazılar yazdığımı söyledim. Bu arada yazdıklarımdan dolayı yargılanma sürecinde olduğumu söylemeyi unutmuş olabilirim. Geçmişteki kayıtlar tarandı, verdiğim isimlere bakıldı. Neredeyse hepsi tutuyordu ama ben geçmişte yoktum. Kayıtların hiçbirinde görünmüyordum. Bahsettiğim gazetenin ilgili tarihlerinde bile adım geçmiyordu. Sanki hiç var olmamıştım. Delirecek gibi oldum, ruh doktorlarına bile göründüm. Her şey sonuçsuz kaldı. Neden bu zamanda olduğumu hiç öğrenemeyecektim. Sonunda benden vazgeçtiler. Yine de kendimi resmi olarak var etmek gerekiyordu. Onu da yaptım. Bir kimlik çıkarmak için verdiğim mücadele bile başlı başına bir roman konusu olabilirdi fakat bunu konudan uzaklaşacağım için anlatmayacağım. Bu konuda sizin hayal gücünüze güveniyorum. Kimliksiz biri kendini nasıl var ederi, siz düşünün. Düşündüğünüz hikâye neyse aynen kabul ediyorum. Basit olmayan bir hikâye kurmadaki yaratıcılığınıza güvenim tam. Polislerden ve hastane işlerinden kurtulduktan sonra bir iş buldum. Aylak aylak gezdiğim sokaklardan birinde gördüğüm bir ilana gittim. Kahvesi olan biri çayların getir götürünü yapacak birini arıyordu. Orada çalışmaya başladım. Kahvenin sahibi Âdem Abi orada yatmama da izin veriyordu. Âdem Abi’ye hikâyemi anlatmaya çalıştığımda bıyık altından gülüyor ve anlattıklarımı yalan olduğunu düşünerek dinliyordu. Zamanla çevreyi tanımaya başladım. Mezun olduğum lise, oturduğum semt, bir zamanlar fink attığım İstiklal Caddesi bile çok değişmişti. Gerçekten de gelecekteydim. Teknoloji, hayallerimin bile ötesindeydi ama alıştım. İnsan zaten her şeye alışıyor. Akrabalarımı görmeye çalıştım ama hiçbirine ulaşamadım. Ulaşsam bile beni tanıyacaklarından şüpheliydim. Hiç olmamış gibiydim. Kitapçılarda gezdim. Liseyi beraber okuduğum arkadaşlarımın kitaplarını gördüm. Kiminde 37. baskı, kiminde 51. baskı yazıyordu. Hepsi birer edebiyat efsanesine dönüşmüştü. Hiçbiri artık hayatta değildi. Onlar için sevindim, hayatta olmadıklarınaysa üzüldüm. Kendime de ayrı yandım.
İki yılımı bu yeni dünyayı tanımaya ayırdım. İnsanları tanıdım. İnternet kullanmayı öğrendim. Yeni kitaplar keşfettim. Sesli kitap bile dinledim. İçim içimi yiyordu. Birkaç arkadaş da edindim. İyi çocuklardı. Arada toplaşır içerdik. Konumuz genelde edebiyat olmazdı, siyasetten konuşurduk, siyasetin tarzı bile değişmişti. Sonra internete düşen komik videolardan konuşuyorduk. İnsanların videolar üzerine sohbet ettiği günlerde yaşadığıma şaşırıyordum. Arkadaşlarımla derin konularda sohbet ettiğim de olurdu. Onlara “Bu zamanın insanı değilim,” derdim sık sık. Onlar da bu zamanın insanı olmadığımı, zamanının ötesinde olduğumu söylerlerdi. Zamanın gerisindeydim ya, neyse. Artık gerçek hikâyemi insanlara anlatmaktan vazgeçmiştim. Bazen sosyal medyada gelecekten ya da geçmişten geldiğini söyleyen insanların haberlerini gördüğüm oluyordu. Habere yapılan yorumları okuduğumda insanların onları “yalancı” ilan ettiğini görüyordum. Kendi kendime bu konu üzerine düşündüğüm çok oldu. Bu çağdaki bazı insanlar bir şekilde geçmişten ya da gelecekten mi geliyordu? Belki de biri, diğerine hikâyesini anlatacak olsa gülüp geçiyorduk. Acaba anlatmak istediğimiz hikâyeler zamanla özet hâline gelip, “Ben bu zamanın insanı değilim,” ifadelerine mi dönüşüyordu? Ya da zamanla gerçek hikâyeler anlatılmıyor muydu? Bu soruları sanırım hiçbir zaman cevaplayamayacağıım.
Okumak insanın içine bir kurt düşürüyordu. Bir kitabı zevk alarak okuyan insan ömür billah içindeki o okuma kurdundan kurtulamıyordu. Üstelik bunu zamanın gerisinde ya da ilerisinde olmak da değiştirmiyordu. Okumayı asla bırakmadım. Bulunduğum semtte sahaflar çoktu. Kitaplara ilgimi gören bir abi beni orada bir dükkâna yönlendirdi. Sahafta çalışmaya başladım. Bu arada oradan üç arkadaşla eve çıktım. Bir şekilde yaşadım.
İçimde okuma kurdu olduğu kadar yazma kurdu da vardı. Kitap yazma fikri aklımdan çıkmıyordu. Bulunduğum çağda daktilolarla, kâğıt- kalemlerle yazmak neredeyse tarih olmuştu. Her şey bilgisayarlar üzerinden dönüyordu. Yaşadığı adanın bir köşesinde kalemini bıçağıyla açıp, cebindeki kâğıdı, elindeki kalemi öperek yazmaya başlayan Sait Faik geldi aklıma. Bu zamanda yazsa acı çeker miydi acep?
Her neyse, bir bilgisayar alacak gücüm yoktu fakat onun da çözümünü buldum. İnternet kafelerde yazacaktım. Yazım programlarını kullanmayı, bilgisayardaki videoları izleyerek kendi kendime öğrendim. Yazdıklarımı kaydetmek için de bir harici bellek edindim. Her iş çıkışı internet kafeye gidip saatlerce çalıştım. Yeri geldi yazdığımı kaydetmeyi unuttum ve kaybolan yazıları kendime ve bilgisayara söverek tekrar yazdım. Yazdığım şeyi merak ediyorsanız söyleyeyim. Şu gazetede yayımlanan romanım var ya. Hah, işte onu…
Romanı yazmak zor oldu. Kendi zamanımda olsam evimin bir köşesinde oturur, daktilo ya da kâğıt kalemle baş başa kalır, bu işi iki ayda bitirirdim. Bu çağın koşullarında öyle olmadı. İnternet kafede bağrışarak oyun oynayanların sesine alışmam gerekiyordu. En zoru da oyunun gazına gelip ani ve daha çok bağıranlara alışmaktı. Oyunda başarısız olanların naralarına, sevinenlerin aniden ayağı fırlayıp kükremelerine de alışmak kolay olmadı. Bu süreçte ben de bir ara roman işlerine ara verip günün popüler oyunlarını oynadım. Bu oyunlar roman yazmamda bana beş ay kaybettirdi. Kendime geldiğimde kim olduğumu, neyi hedeflediğimi hatırlamam gerekti. Deyim yerindeyse zarar gelmesin diye pamuklara sarıp sakladığım harici belleği tekrar çıkardım. Sesler artık etkilemiyor, yan masadaki oyuna gözlerim kaymıyordu. Dört ay sonra romanım hazırdı.
Artık yayınevlerinin kapısını çalma zamanı gelmişti. Benim dönemimde yazdığını dosyalar, kendini tanıtan bir yazıyı ekler yayınevine kargolardın ama bu çağda bu iş de böyle olmuyormuş. Çalıştığım sahafın sahibi sağ olsun bilgilendirdi. Neyse ki e-posta kullanmayı öğrenmiştim. Kendime güvenim tamdı. Eserim güçlüydü, tüm ülkede ve şanslıysam dünyada ses getirecekti. Büyük yayınevlerine mailler atmaya başladım. Telgraf uzunluğunda yazdığım mektup şöyleydi:
“Merhaba, yayınevinizden çıkan kitapları büyük bir ilgiyle takip eden biriyim. Ben de bir kitap yazdım. Yazdığım kitabın yayınevinizin bünyesinde yayımlanması beni çok mutlu eder. Şartlarınız nelerdir?”
Mektupları yayınevlerine leblebi yuvarlar gibi gönderdikten sonra büyük bir özgüven eşliğinde evimin yolunu tuttum. Gelen cevapları telefonumdan kontrol ederdim artık. İlk günler cevap gelmemesi normaldi.
İlk haftanın sonuna doğru hafiften meraklandım. Haftanın sonunda mail uygulamasını sürekli yenilemek benim için hastalık gibi bir şey oldu. Telefondan sanal borsa takip edenlere dönmüştüm. Telefon elimden düşmüyordu. İkinci hafta da cevap gelmedi.
Üçüncü hafta da…
Sahafa derdimi açtığımda yine bu işlerin böyle yürümediğini söyledi. Bir dosya hazırlamam ve dosyayı yayınevine göndermem gerekliymiş. Belki altı ay sonra cevap gelirmiş. Belki! Sonra “Ya yazdıklarım çalınırsa?” diye sordum. Ellerini iki yana açıp dudaklarını da sarkıtarak bilmediğini söyledi. Güvenemedim. “Tanınmamış birisin oğlum sen. Kim nereden bilecek seni? Git bir editör falan bul onlara danış,” dedi. Google’a editör yazdım. Bulduğum editörlerin çoğu dönüş yapmadı. Dönüş yapan editörlerin birçoğu konuyu direkt paradan açtı. Bir editörle sohbetim ilerledi. Beğendiğim yayınevinin artık eskisi gibi olmadığını ve yeni yazarlarla ilgilenmediğini söyledi. Hatta o yayınevi o kadar bozulmuş ki yayınevinin sahibi geçen ay kendi sevgilisinin “beş kuruş etmez” eserini basmış. Umudum gitgide kırılıyordu. O editör başka bir meşhur yayınevi için de “Onlar sadece yabancı yazarların eserlerini basıyor, mail bile atma!” demişti. “Yahu ismim Eriksen Midgard falan olsa iş yaparım demek ki,” demek istedim. Diyemedim. Bir başka editörle yazışmaya başlamıştım. Bana küçük bir yayınevini önerdi. ‘“Küçük yayınevlerinde dolandırıcılık da oluyor, dikkatli ol,” diye ekledi. Yeni kurulmuş olan yayınevlerine mailler yağdırdım. Cevap verenlerden güvendiklerim oldu, güvenmediklerim oldu. Biriyle görüşme ayarladım. Buluşma günü gelip çattı. Heyecandan titriyordum. Yayınevinin sahibinin karşısına oturdum. Tanıştık. Biraz sohbet ettikten sonra konu şartlara geldi.
“Biz yeni kurulmuş bir yayıneviyiz. Tabii hedeflerimiz var. Yine de şartlara gelecek olursak şunu diyeyim. Biz yazardan bir miktar ücret alıyoruz. Bu ücret 11 bin lira ve kitap ikinci baskıya giderse sizden ücret almayacağız.” Adam ciddi bir şekilde konuşuyordu. Ciddi olması iyiydi de…
“Peki, bu ücreti bir şekilde karşılarım ama bir sorum olacak. Ben kitap başı ne kadar kazanacağım? Ben paramı yazarlıktan kazanmak istiyorum. Bu benim işim.”
“İlk baskıda yazarımız bir şey kazanmıyor. Onun yerine ona elli kitap veriyoruz.” Adamın şaka yaptığını düşündüm ama gayet ciddiydi.
“Ama sonuçta bir emek var. Bu kitabı yazmak için günlerimi, aylarımı verdim. Benim bu işten bir kazancım olmalı. Burada benim hiçbir kazancım yok ki! Benim yazdıklarım öylesine yazılmış şeyler değil.” Çok şaşırmıştım.
“Hocam, siz beni tanımazsınız, ben de sizi. Yazdığınız şey sizi gösterecek. İsim yapmamış biri için bu riski neden alayım? Şartlarımız bunlardır. Hem kitaplarımızı bastığımız kâğıtların kalitesi ve çalıştığımız matbaanın…” Adamın konuşması sürüp gidiyordu ama ben onu dinlemeyi çoktan bırakmıştım. Algım kapanmıştı. Birkaç yayıneviyle daha görüştüm ama durum aynıydı; on kitap fazla veriyorlardı ya da on kitap eksik…
Arkadaşlarıma danıştım. “Ulan kendin bastır bu kitabı, kendin sat daha iyi kâr edersin!” dediler. Haklıydılar ama belge melge almam gerekiyormuş satış için. Bandrol lazımmış, yoksa yapacağım şey suç sayılırmış. Onu da öğrendim. Hem lise yıllarındaki girişimimden ağzım da yanmıştı. Aynı duruma düşmek istemezdim. Kitabım elimde kaldı öyle. Yazdığıma, bu işe giriştiğime, yitip giden zamanıma yandım. Yandığımla da kaldım. Nefret ettiğim eserden ikinci kere nefret ettim. Bir insanın içindeki heyecanın yok olmasının acısını bilir misiniz? Onu hissettim. Bir yayıneviyle daha görüştüm. Adam telefonunu yazdı. Aradım. Adam telefonu açar açmaz söze girdi: “Yazdığınız roman köyde mi geçiyor?” Şaşırdım, “Evet,” diyebildim. Adam tek kelime etmeden telefonu yüzüme kapattı. Telefon kesildi diye düşündüm. Tekrar aradım. Telefon açılmayınca daha iyi anladım. İçimdeki heyecanın kalan son kırıntısı da bu şekilde yok oldu. Başvurduğum yayınevlerine dosyamla ilgili mailler attım. Üç ay geçti, beş ay… Dönüş olmadı. Başvurduğum yayınevlerinden çıkan romanlara, öykü kitaplarına, şiirlere göz atıyordum. Kimi idare bile etmezdi. Tamam, kirpi yavrusunu pamuğum diye sever de ben de edebiyattan anlamazın teki değildim sonuçta! Gerçekten anladım ki büyük yayınevlerinde ahbap ilişkileri geçerliymiş, küçük yayınevleriyse yazarı sömürüyormuş.
Kitap konusunu rafa kaldırdım, arkadaşlarımla vakit geçirdim, “Yav şunu da yaz, bunu da yaz,” diyenlere gülümsedim. Bazen sinirlenip “Sen yaz da okuyalım,” diye patladım. “Yazılım öğrenmek lazım ha,” tarzında muhabbetlere karıştım ama kitap okumaktan asla kopmadım. Lisedeki arkadaşlarımdan birinin kitabının 51. baskısı da tükenmiş olacak ki geçenlerde kitabının 52. baskısını gördüm. Onun kitabını büyük bir şevkle bitirdim. Kitapta beğenmediğim şeyler de vardı ama onunla ettiğimiz muhabbetlere denk gelmek beni nasıl da mutlu etti. Kitabı bitirdikten sonra içinde bulunduğum zamana sövdüm. Bir hışımla kalktım, evime gittim. Harici belleği aldım ve aynı hışımla evden çıktım. Belleği yere attım, Kalın Cumali’yi ayaklarımın altında ezdim. Yoldan geçen bir iki kişi “Ne yapıyor bu manyak?” der gibi bana baktı. Onlara aldırmadım. Bütün sinirimi çoktan paramparça olmuş diskten almıştım. Elimi cebime götürdüm, bir sigara yaktım. Oyun oynamayı özlemiştim. Şimdilerde her akşam internet kafedeyim. Bulmak isterseniz öyle pek uzakta da değilim.
O değil de bir ara yazılım öğrenmek lazım ha!
Fırat Müştak Güneş
Diyarbakır/ Eylül 2023