AYLAK DERGİ

AYŞEGÜL ÇELİK 

Afife (1920) 

Harb-i Umumi, ardında büyük bir yıkım bıraktı. Osmanlı İmparatorluğu çöküyordu. Ülke kâğıt üstünde paylaşılmış, yönetim işbirlikçilere kalmıştı. Kukla hükümetin yaydığı din ve vicdan sömürüsü, kötü bir hastalık gibi büyüyordu. Tevfik Fikret’in mezarının saldırıya uğradığı, bağnazlığın vücut bulup sokaklarda gezdiği zamandı… 

Halit Fahri, bir kıyı kahvesinde oturmuş denize bakıyordu. Elinde 30 Kasım 1918’in Temaşa dergisi vardı. Genç adam, sayfayı çevirip başa döndü, kısa haberi yeniden okudu: 

Türk kızlarından beş-on kadarı, Darülbedayi’ye girdi. Her biri, şehrimizin itibarlı ailelerine mensup bu hanım kızlardan çalışkan ve ciddi olmalarını bekleriz. Türk temaşa hayatının bütün ümitlerini kendileri teşkil ediyorlar. 

Halit Fahri, bakışını denize çevirdi. Savaş boyunca her yaştan erkekler askere alınırken Belediye’nin temizlik işlerinden dükkânlara, postanelere kadar bütün boşlukları kadınlar doldurmuştu. Birkaç yıl sonra kadınlar artık her yerdeydi. Aydın ailelerde kadın erkek karışık sohbetler başlamıştı fakat bunlar kalıcı bir özgürlüğe dönüşmüyordu. Darülbedayi’ye alınan kız öğrenciler de hemen ortalığın karışmasına sebep oldu. İdare Heyeti üyesi Savni Rıza Bey, bir açıklama yapmak zorunda kaldı. “Kızlarımız dersleri takip ediyor, fakat yarın bu dersleri sahnede tatbik etmek sırası geldiğinde yalnız hanımlara verilen müsarelere inhisar ettireceğiz,” diyen Savni Bey, Türk kızları sahnede erkekler karşısında oynayacak değil, gericilik taraftarları telaş etmesin, demeye getiriyordu. 

Zaten sahne, Türk kızlarına hiçbir vakit serbest olmamıştı. 1890’da Amelia adıyla sahneye çıkan Kadriye Hanım, kimliği bilinmediği için hem kanto hem oyunla sahnelerde boy göstermiş; gerçek ortaya çıkınca Ankara’ya kaçıp Abidin Paşa’nın himayesine girmek zorunda kalmıştı. Anadolu’da böyle başka kızlar da vardı fakat 1918’de Darülbedayi’ye giren kızların durumu o kadar aleniydi ki, saklanacakları bir yer yoktu. Bunlardan ikisi, Refika ve Afife hemen kendilerini gösterdi. İki ay içinde Refika altı lira aylıkla suflör yardımcılığına, Afife ise beş lira aylıkla stajyer oyuncu kadrosuna alındı. Genç kız henüz 15 yaşındaydı, ezber yapıyor, provalarda çalışıyor fakat sahneye adım atmasına izin verilmiyordu. Oysa suflörlük yapan Refika, göze görünmediği için hep sahnedeydi. 

İstanbul sokaklarının pırıltısının döküldüğü yıllardı. Savaş değdiği her şeyi parçalayıp atmıştı. Aileler bölünüyor, şehirler boşalıyor, azınlıklar ülkeyi terk ediyordu. Bunların arasında oyuncular da vardı. Darülbedayi feci suretle kan kaybediyordu. En önemli oyunculardan Eliza Binemeciyan’ın aniden kadrodan ayrılıp Paris’e gitmesi, başlarına gelen son felaket oldu. Haber, Darülbedayi’ye bomba gibi düştü. Kınar Hanım, Roza ve Zabel gibi aktristler işbaşındaydı fakat yaş veya görünüş olarak Eliza’nın boşluğunu doldurmaları mümkün değildi. Onun gidişiyle bilhassa ince komedileri, hissî piyesleri temsil imkânı ortadan kalkıyordu. Tek çare Türk kızlarından birini sahneye çıkarmaktı; fakat bu fevkalade cüretli, cesur adım nasıl atılacaktı? Darülbedayi yönetimi, derhal toplandı. Kızların içinde Afife, hepsinden yetenekliydi. Üstelik Eliza’nın oynadığı rolle imtihanı kazanmış, sahneye çıkmadığı halde maaşlı artistler kadrosuna girmeyi başarmıştı. Darülbedayi’nin tek ümidi olan Afife, seyirci karşısına çıkmak için yanıp tutuşuyordu. Yönetim, Afife’nin sahneye çıkacağı oyun olarak Hüseyin Suad’ın Yamalar piyesini seçti. Toplantı dağılırken herkes kaygılıydı. Kimse aklına kötü şeyler getirmek istemiyordu ama yaşananlar da ortaydı. Mesela Kütahya’da bir komedi oyunundan sonra fetva çıkarılmış, “Başrolde oynayan Hıristiyan bir hanım, ailede kadının görevleri üstüne alaylı sözler etmiş, şeriatı hiçe saymıştır. Sahnede maskaralık eden bu hanım ve seyircilerin şiddetle azarlanması icap eder. İsteyerek alkışlayan Müslümanların da nikâhlarını yenilemeleri gerekir,” denilmişti. Bağnazlık ve öfke İstanbul’da da büyüyordu. Ermenilerle Türkler, Fransızlarla Almanlar, Müslümanlarla Yahudiler, Kadıköyü’nde oturanlarla karşıda oturanlar arasında karmakarışık bir gerginlik hâkimdi. Sokak kavgalarının biri bitmeden öbürü başlıyordu. 

Afife, işte böyle bir zamanda, Kadıköy Kışlık Apollon Tiyatrosu’nda sahneye ilk adımını attı. İlanda ismi Jale olarak değiştirilmiş, Türk ve Müslüman olduğu gizlenmişti. Fakat sahnede onu saklamak mümkün değildi. Hareketleri abartısız, dili tertemizdi. Mavi bir elbise ve beyaz iskarpinlerle Emel rolünü oynayan Afife’nin oyunculuğu Eliza’dan aşağı kalmıyordu. Genç kız o kadar kendinden geçmişti ki, bir ağlama sahnesinde kendini tutamadı ve hıçkırıklara boğuldu. Seyirci Jale’nin sahiciliği karşısında şaşkına döndü, avuçları çatlayana kadar alkışladılar onu. Oyun bittiğinde Darülbedayi’nin yarısı, perde arkasında bekliyordu. Hüseyin Suat, “Bizim sahnemize bir sanat fedaisi lazımdı, sen işte o fedaisin,” diyerek alnından öptü. Afife, Hüseyin Suat’ın ellerine sarıldı, yüzü alev alevdi. “Hayatımda mutlu olduğum ilk gün,” dedi, “ilk kez gerçekten mutluyum!” 

Seyirciyi mest eden Jale hakkında her kafadan bir ses çıkmaya başladı. “Bu vakte kadar neredeydi?” diyorlardı, kimse daha önce Jale’den bahsedildiğini duymamıştı. Söylentiler aldı yürüdü, nihayet onun aslında bir Türk kızı olduğu kulaktan kulağa yayılmaya başladı. Birkaç hafta sonra Tatlı Sır piyesi perde açarken seyirci sahnedekinin bir Türk kızı olduğunu biliyordu artık. Beklenenin çok üstünde bir kalabalık erkenden tiyatroyu doldurmuştu. Öğretmenliğe İstanbul’da devam eden Reşat Nuri, Halit Fahri’yle dost olmuştu. İkisi locada ayaktaydı, arkadaşları Celal Sahir’i görmeye çalışıyorlardı. “Şairler hep gecikir,” diye homurdandı Halit. Locaya birkaç kişi girince Reşat Nuri’nin de canı sıkıldı, “Kalabalık artıyor,” dedi. “Oturmazsak ayakta kalacağız.” Gerçekten de tiyatroda adım atacak yer kalmamıştı. Az sonra oyun başladı, herkes suspus oldu. Afife’nin pürüzsüz telaffuzunu duymak için salon nefesini tutmuştu. Halit Fahri, bir ara Reşat’ın gözlerinin yaşardığını fark etti. “Sahnede Türk kadınının konuşması… Ne güzel ses, ne güzel dil… Unutulmayacak gece!” diye mırıldanıyordu Reşat Nuri. İlk perde hiçbir sorun çıkmadan kapanınca rahat bir soluk alıp sigaralarını tellendirmek üzere locadan çıktılar. Fakat, iki polisin arka kapıdan girip sahneye yöneldiğini görünce ikisinde de şafak attı. “Aman!” dedi Reşat Nuri, “Polis gelmiş! Mesele çıkıyor!” Hemen kulise koştular. Bir komiser, Hüseyin Suad’a, sahneye çıkan Türk kızının oyuna devam edemeyeceğini, ederse tevkife mecbur olduğunu söylüyordu. Hüseyin Suad, “Şayet bu hanımın oyunculuk etmesini engelleyen bir yasa varsa yarın hemen uygulanabilir ama görüyorsunuz şu anda piyes devam ediyor” dedi. Komiser laf dinlemiyordu, “Perde açılmayacak, o kız sahneye çıkmayacak!” diye bağırdıktan sonra Afife’yi bulmak üzere içeri yöneldi. Diğerleri de peşine takıldılar ve bir patırtıyla cümbür cemaat, Afife’nin odasına girildi. Afife, gayet soğukkanlıydı. “Hiçbir şey yapamazsınız. Dışarısı seyirci dolu, birazdan sahneye çıkacağım,” deyince Komiser, “Çıkarsan, saçlarından tutar seni karakola kadar sürüklerim!” diye bağırdı. Afife’nin altta kalmaya niyeti yoktu, “Ben de camı kırar sokağa atlarım!” dedi. “Sonra gene gelir sahneye çıkarım!” Halit ve Reşat bakıştılar. Felaket bir bulut gibi başlarında dönüyordu. 

Kuliste bağrışmalar sürerken seyirci çoktan salondaki yerini almıştı. Perde açılmayınca ıslıklamaya başladılar. Az sonra ayak patırtıları ve bağrışlar o kadar yükseldi ki, Darülbedayi yöneticileriyle polisler sahne arkasında birbirlerini duyamaz oldular. Seyirciyi yatıştırmak öncelikli iş haline gelmişti. “Halka ne söylenecek?” diye hepsi birbirine baktı. Hüseyin Suad, perdeyi aralayıp seyircinin karşısına çıktı. Jale’nin birdenbire hastalandığını söyledi ve özür diledi, maalesef piyes devam edemeyecekti… Seyirci buna inanmadı. Öyle bir uğultuyla cevap verdiler ki, Hüseyin Suad, perde arkasına kaçtı. Komiser kollarını kavuşturmuş emrinin uygulanmasını bekliyordu. İkinci bir gayretle Galip Arcan sahneye çıktı. Jale’nin hastalığının yanı sıra, açıklanamaz bir teknik arıza yüzünden oyuna devam etme ihtimalinin kalmadığını söyleyerek bir daha özür diledi ama seyirci onu da dinlemedi. Giderek öncekinden daha kuvvetli bir şekilde tempo tutuyor, ortalığı inletiyorlardı. Kadıköyü’nün coşkun gençleri, yumruklarını sıkmış haykırıyorlardı. Locadan, şişman ve yaşlıca bir adam ayağa kalkıp, “Ne rezalet efendim! Kim, bu oyuna, nasıl mâni olacakmış bakayım?” diye bağırdı. Perde arkasından bu sözleri duyan Komiser, salona adamlarını gönderdi. Polisler şişman adamı bağırta bağırta locadan alıp götürdüler. Hüseyin Suad, çaresizlik içinde kıvranıyordu. Yanında dikilen Halit Fahri’ye döndü, “Yahu birader,” dedi, “sen de bir şey yapsana! Hiç değilse çık, bir lakırdı da sen söyle!” Halit Fahri, az önce Galip Arcan’ın kaçarcasına indiği sahneye baktı. Perde ve binanın duvarları uzayıp kısalıyor, seyircilerin bağırtıları kulaklarında yankılanıyordu. İşin aslı Halit Fahri, tiyatroya gelmeden önce birkaç bira yuvarlamıştı ve bütün bunlar olana kadar da keyfi ziyadesiyle yerindeydi. Fakat derdini anlatıp sahnenin uzayıp kısaldığını söyleyemeden, Hüseyin Suad, onu sırtından sahneye itiverdi. Halit Fahri, perdenin önünde, köpüren kalabalığın karşısında buldu kendini. Ön sıralardan haykırışlar yükseliyordu: “Efendi bu ne rezalet!” 

“Perde niye açılmıyor?” 

“Nerede kız? Niçin çıkmıyor?” 

Halit, seyircilere baktı, dönüp perdeye baktı, aklını toplayamıyordu. Birdenbire, “Çıkamaz efendim!” diye bir çığlık kopardı. Belki o koca salonun susup kaldığı ilk andı bu. Genç adam sansürü falan unutmuş, haykırıyordu: “Bu gece de çıkamaz, haftaya da… Bekleyelim, Türk kadınının sahneye serbestçe çıkacağı inkılabı!” 

Bu son sözler havada bir an asılı kaldı, sonra seyirciler bir ağızdan: “Çıkacak-Çıkacak!” diye tempo tutarak bağırmaya başladılar. Halit Fahri fener ışığındaki tavşan gibi olduğu yerde kalmıştı. Perde arkasından uzanan bir el, onu bir kukla gibi çekip içeri aldı. Hüseyin Suad’dı bu, “Gir içeriye, Allah müstahakını versin! Hepimizi tevkif ettireceksin!” diye bağırıyordu. “Tevkif” kelimesi Halit Fahri’nin aklını başına getirdi. Korkuyla Hüseyin Suad’a baktı. Fakat tek kelime edemeden tiyatronun bütün ışıkları söndü, her yer karanlığa gömüldü. 

Tiyatronun kiracısı Siroçkin’in marifetiydi bu. O ışıkları kapatırken karısı da Afife’yi sahne altındaki merdivenden indirmiş kaçırıyordu. Bahçe kapısından dışarı çıktılar; Afife, apar topar tiyatrodan uzaklaştırıldı. 

Halit Fahri’yi karanlıkta el yordamıyla bulan Reşat Nuri oldu, “Tek kelime daha etme! Yürü, çıkalım şuradan!” diye homurdandı. İkisi seyircilere, koltuklara çarpa çarpa kendilerini dışarı attılar. Seyirciler tiyatrodan çıkmış fakat kapının önünde toplanmışlardı, “Afife’yi bekliyoruz,” diyorlardı. “Polis tevkif etmişse kurtaracağız!” Genç kızın çoktan tiyatrodan kaçırıldığı haberi gelince gençler biraz sakinleşti, kalabalık birer ikişer dağıldı. 

Halit ve Reşat da yokuş aşağı yola koyuldular. Fakat içleri rahat etmiyordu. Polisi giderken görmedikleri için tutuklanan var mı, yok mu anlayamamışlardı. Gidip karakolu uzaktan gözetlemeye karar verdiler. Karakolda birkaç polis ile sırtı pencereye dönük bir adamdan başkasını göremeyince rahatladılar. Reşat Nuri, gece göğünde parlayan tepsi gibi dolunayı gösterdi: “Bu kadar heyecandan sonra biraz şairane sükuna ihtiyacımız var. Haydi, gidip rıhtımdan mehtabı seyredelim.” 

Aslında karakolda gördükleri pencereye sırtı dönük oturan adam, arkadaşları Celal Sahir’den başkası değildi. Polis onu ihtilal çağrısı yapan Halit Fahri zannederek tutuklamıştı ve Reşat ile Halit rıhtımda mehtap seyrederken Celal Sahir ter içinde, ifade veriyordu. Ancak ertesi gün Darülbedayi’ye telefon etmesine izin verdiler. Darülbedayi, ada karanfillerini de alıp Beyoğlu’na, İngiliz Sefarethanesi’nin yanındaki Hamalbaşı Yokuşu’na taşınmıştı. Büyük müdüriyet odasında çalan telefonu Hüseyin Suad açtı, Celal Sahir, ağlamaklı bir sesle, “Karakolda mevkufum,” diyordu. “Sahnede, halka, ‘İnkılabı bekleyelim,’ dedim diye beni yakaladılar. Ben sahneye falan çıkmadım, kimseye inkılap demedim! Allah aşkına bu karışıklığı düzeltin de beni buradan kurtarin!” Hüseyin Suad’ın yüzü bembeyaz oldu, hemen karakola yollandı. Ama Celal Sahir’i akşama kadar bırakmadılar. Zavallı Celal Sahir, perişan halde Darülbedayi’ye gelip olanları anlattı. “Işıklar kararınca ne yapacağımı, ileriye mi geriye mi adım atacağımı şaşırmıştım. Derken suratıma bir el fenerinin ışığını tuttular. Bir komiserle bir polis karşıma dikildi. Komiser, ‘Hah!’ dedi, ‘İşte bu adam!’ Sonra yanındaki polise, ‘Al bu efendiyi götür. Ben de geliyorum,’ deyince polis kolumu tuttu, yürüdük. Bir de yolda çenesi düştü adamın! ‘Ben sizi çok eskiden tanırım beyefendi. Ta, mektep sıralarından… Çünkü siz benim edebiyat hocamsınız,’ demez mi! Fena halde tepem attı, ‘Teessüf ederim!’ demişim. ‘Senin gibi mi talebe yetiştirdim? Bak, beni karakola götürüyorsun!’ Polis çocuk ezildi, büzüldü. ‘Ne yapayım efendim, emir kuluyum. Fakat inanın, sizin şiirinize hayranımdır. Hatta Beyaz Gölgeler’i talebeliğimden beri ezbere bilirim. İzin verirseniz ezberden okuyayım,’ dedi. Ya sabır çektim içimden. Çocukcağız kolumu bıraktı, karşıma geçip dimdik durdu, elini kolunu sallaya sallaya okumaya başladı: 

Sahir benimle gel, gecenin hali pek güzel 

Çamlıkta nefti gölgelerin raksı pek şiir; 

Bak kollarım nasıl mütehalik, küşadedir, 

Gel aşkımızla mezcedelim şi’ri, haydi gel! 

Oğlan, işte böyle, ‘Sahir, benimle gel,’ diye diye beni karakola götürdü!” 

Türk kadınının sahneye çıkması İstanbul’da bütün taşları yerinden oynatmıştı. Kadıköy Merkez Memuru, “O dinsiz imansız kızı muhakkak tevkif edeceğim! Adab-ı İslamiyeye mugayir hareket etmeyi göstereceğim!” diye bağırıyordu. Afife, Üsküdar’da akrabalarının yanına saklanmıştı. Darülbedayi’nin bu işle meşgul olduğu, meselenin halledileceği bildirildi, gizlenmeye devam etmesi sıkı sıkı tembihlendi. Fakat bir gün sonra vapur iskelesinde yakalandı Afife, karakola götürüldü. Merkez Memuru, günlerdir aradığı kızı karşısında görünce açtı ağzını, yumdu gözünü. Afife de lafın altında kalmayınca olanlar oldu. Zabıtlar dolduruldu, tutanaklar tutuldu, genç kız tevkif edilerek İstanbul Polis Müdüriyeti’ne gönderildi. Tevkif haberi, Darülbedayi’yi karıştırdı. Ahmed Refet Muvahhit, Behzat Butak, Onnik Binemeciyan gibi aktörler hep birlikte polis müdüriyetine giderken, nüfuzlu bir yazar olan Refik Halid de telefona sarıldı. Aktörler karakolda “Arnavut” lakaplı polis müdürü Tahsin Bey’e başvurdular. Kırmızı fesli, tertemiz ütülü redingotlu, sarı pos bıyıklı Tahsin Bey, Damat Ferid Paşa’nın polis müdürüydü. Tiyatrocuları görünce onlardan önce lafa başladı: “Türk kadınının sahneye çıkması lazımdır! Mücadeleye devam edin!” Aktörler şaşkın şaşkın birbirlerine baktılar. Refik Halid’in kopardığı vaveylanın da çok etkisi oldu; hem Afife’nin serbest bırakılması hem de Beyoğlu tarafında kalmak şartıyla sahneye çıkması için izin koparmayı başardılar. 

Genç kızın bunca eziyetle başlayan oyunculuk hayatı uzun sürmedi. Gişe hasılatı kötüye giden Darülbedayi’de Eliza Binemeciyan’ın İstanbul’a çağırılmasına karar verildi. Ramazan’a üç gün kala gelen Eliza, kendisi yokken olanlardan, Afife’nin başarısının tekrar tekrar anlatılmasından hiç hoşlanmadı. “Bu küçük yeniyetme,” diyordu, “ne çabuk bir şey olmuş!” 

1921 Şubat’ı biterken İstanbul Belediye Başkanlığı’ndan Darülbedayi’ye bir yazı geldi. Yazıda Müslüman kadınların sahneye çıkarılması kesin bir dille men ediliyordu. Yönetim Kurulu acil olarak toplandı, tartışmaların ardından bu emre uygun hareket edileceğine dair bir mektupla Belediye’ye cevap verilmesi kararlaştırıldı. Fakat daha bir hafta geçmeden Belediye Başkanlığı’ndan bir yazı daha geldi. Bu kez, doğrudan doğruya isim veriliyor, Afife Hanım’ın temsil heyetinden çıkarılması emrediliyordu. 

Bunların altında Eliza Binemeciyan’ın olduğuna, Afife’yi sahneden uzaklaştırmak için her şeyi yaptığına dair söylentiler İstanbul’u tutmuştu. Afife, Darülbedayi’den ayrıldı, Burhaneddin Kumpanyası’na girdi ve Anadolu turnelerine katıldı. Bu turneler sırasında Seniye, Huriye, Hikmet, Ruhat Mebrure ve Leman adlı Türk kızlarının sahneye çıkmasına önayak oldu. Fakat polis, Burhanettin Bey’i de rahat bırakmıyor, Müslüman Türk kadınlarının sahneye çıkarılmaması konusunda sürekli uyarılar geliyordu. Nihayet bir gün polisler gelip, “Sadrazam Damat Ferid Paşa’nın emri!” dediler. “Israr ederseniz men ettiririz!” 

Abone Ol

Yeni sayılarımızdan haberdar olmak için
ücretsiz abone olabilirsiniz.