TANRI’YA KAFA TUTAN KADIN
“Milattan önce iki binli yıllardan itibaren insanlığın inanç sitemine yeni bir kavram girdi: Ad. Ad vermek önemli hale geldi ki, adı olmayan hiçbir şey var olamaz oldu, kimi inanç sistemlerine göre taşıcısının kaderinde söz sahibi haline geldi…”
Güneşli bahar havasının kamaştırdığı gözlerimi çevirdiğim sayfadan kısa süreliğine ayırmışken dedesi (tabii ki nenesi ya da annesi değil!) küçük Afife’nin adını kulağına 3 kere fısıldarken, “iffetli kadın” anlamına gelen bu tamlamanın kısacık yaşamı boyunca yanıtlamak zorunda bir sor(g)u cümlesine evrileceğini tahmin etmiş miydi, diye geçirdim aklımdan. “Dedemi bilmem ama babam etmiştir bence,” diye lafa girdi karşımdaki iskemleye oturan genç kadın. “Masumane temennilerin sırtımızda şaklayan bir kırbaca dönüştüğü anda nihayetlenir çocukluğumuz. Benimki de pek kısa sürdü doğrusu. Bu arada varsa ateşinizi rica edebilir miyim?” Sözlerini sindirmeye fırsat bulamadan çantamdan ateş aranmaya girişmiştim ki, sigara içmediğim aklıma geldi. Sersemliğimden utandım. Bereket bitişikteki masa imdadımıza yetişti de dikkatimi yeniden bakışlarında toparladım. Eş-dost arasında ara sıra şakasını yapmaktan hoşlandığımız gibi bir kurgu evreninde mi yaşıyorduk gerçekten? O ise içimdeki ikircikli duygulardan habersiz, sarma sigarasından yılların hasretini taşıyormuşçasına çektiği ilk nefesini nihayet verdi ve söze girdi: “Müsaade istemeden oturdum kusura bakmayın lakin, hayatımı kaleme almaya niyetlenmişsiniz diye işittim.” Oydu. Apollon Tiyatrosu’ndan sonra Reks sineması olan, onun da kapanmasıyla bara dönüşen bu mekâna zaten onun için gelmiştim. Onun hakkında düşünmek, imkânsız olduğunu bildiğim halde kendimi onun yerine koymak, ilk defa sahneye çıktığı bu mekânda izlerini sürmek için. Ama şimdi onu böyle kanlı canlı, tam karşımda görmek beni bile afallatmıştı işte. Aradan yüz yıl geçmiş olsa bile seyircisini şaşırtmayı başarıyordu Afife. “İsim diyorduk,” dedim. “Siz kendi isminizi kendiniz koydunuz. Oysa kadim çağlarda bu hak önce Tanrı’ya verilmiştir. Tanrı önce Adem’i yaratır sonra ona adını verir. Adem’den sonra ise şeyleri adlandırma yetkisi erkeklerindir.” Dudağının kenarına takılı hınzır bir gülüşle sordu: “Tanrı’ya bir nevi kafa tuttum öyle mi dersiniz?” Ve ekledi: “Allah sizi inandırsın bu kadar alıngan olduğunu bilmiyordum!” “Sadece bununla kalsanız iyi sadece binyıllık bir süre dahilinde tanrıçaların bile görünür olmaktan menedildiği, yerlerini erkek tanrılara bırakmaya zorlandığı ezeli bir inanç sisteminde sahneye çıkmayı talep ettiniz Afife Jale Hanım! Günahlarınız pek yenilir yutulur cinsten değil hani! “Sizce de çok fena bir işkence yöntemi değil mi?” diye sakince karşılık verdi külünü silkeleyip göz bebeklerimin ta içine bakarken. “Var oluşunun ilmekleri oyunculuğa dolanmış, birine sahneleri yasaklayıp olmadığı birini hayatı boyunca oynamaya zorlamak. Hani neredeyse kara mizahi bir taraf var diyeceğim bunda. Ama yok, bu kadarını akıl edecek incelikte bir zihniyet değildi karşımdaki.” Sigarasını söndürdü. “Bağrını yumruklayıp diş gösteren bir babununkinden farksız, seyir zevki vasat bir güç gösterisiydi.” “Keşke her şey çok daha farklı olsaydı,” dedim. “Bambaşka bir hayat sürebilirdiniz.” “Ben olmasaydım bir başkası olacaktı. Asıl mesele de bu değil mi zaten, niçin hanımlar nefes almak kadar tabii kimi gayeleri için büyük bedeller ödemek zorunda kalıyor? Gayrimüslim ya da değil benden önce de durum farklı değildi ki. Sırf oyunculukla meşgul oldukları için türlü tacize “tabiatıyla” layık görülen hanımlar, Mari Nıvart Hanım gibi gebeliğini gizlemek maksadıyla düşük yapmaya zorlanan, sonunda sahnede can veren aktrisler, iki gram et tuttu mu hayati tehlikesi varmış yokmuş aldırış etmeksizin türlü numaralarla kendi bedeninden kurtulmaya teşvik edilen primadonnalar. Gaz lambasının tutumlu ışığını kendine hayat güneşi bellemiş, üç otuz paraya aynı paçavraları her gün defalarca ters yüz edip mucizevi denebilecek bir şekilde mirasyedi bir beyzadenin yeleğine yahut bir kraliçenin süslü eteğine çeviren maharetli eller; çaresiz vaziyetlerinden faydalanılan kimisi dul(!), kimisi öksüz, kimisi mektebin taş merdivenlerinden bile habersiz, sadece karın tokluğuna her işe koşturulan, şükür dualarıyla karışık sabır taşlarıyla bezeli güvercin sineler!” Havaya kulakları çınlatacak bir sessizlik hakimdi şimdi. Bir genç, belli belirsiz işaretimle getirdiği bira şişesini alışkın ellerle önüme bırakırken Afife Jale’nin sözü bitmemişti. “Ben” dedi, “bu aksak değirmenin taşları arasında ufalanan milyarlarca darı tanesinden biriydim ya, ilk değildim, son da olmadım muhakkak. Ama ne gam eğer takip etmişse birileri izlerimi!” Takip etmiştik tabii onu, Bedia Muvahhit’i, Neyyire Neyir’i, Fatma Nudiye’yi… Artık sahnelerden bizi kimse menedemiyor, kalemimizi elimizden çekip alamıyordu ya yüz yıl geçse de bazı bakiydi. “Uzun” kelimesinin ifade etmenin pek kısa kaldığı çalışma saatlerine uyarsa “ezik” uyamazsa “dayanıksız”, toplumsal cinsiyet eşitliğinin kayan şirazesini gün be gün daha da kaydıran yıldırma taktiklerine ses çıkarırsa “dik başlı”, akla gelebilecek her türden esere sanatçıdan önce imzasını atması beklenen sansür geleneğine boyun eğerse “yandaş”, eğmezse “yahu bu ne biçim vatandaş”, ailesiyle işi arasında mesnetsiz bir seçime zorlandığında, işini tercih ederse “hırslı”, evlenirse “koca meraklısı ”, evlenmezse “ ahlaksız”, kendi işini kendi görse “dişil enerji fakiri ”, görmese “beceriksiz”, çocuk yapsa “avam”, yapmasa “sen de kadın mısın hadi canım oradan”, sokakta, evde, iş yerinde tacize uğramayı normalleştirmediği için “cazgır”, sesini çıkaramazsa “rızası vardır”, yaşadığı travmalardan “dengesiz”, sağlıklıysa “gamsız”, şişmanlarsa “açma suratlı” zayıflarsa “kaknem sıfatlı” olmakla yaftalanan, yaşlanması yasak, gençliğini korumaya çalışması gülünç, kendini beğenmesi ayıp, beğenmemesi günah, “neye göre ,kime göre” soruları sorulmadan durmadan suçlanan, suçlanan ve yine suçlanan kadınlar, sanatçılar, sanatçı kadınlar, kadın sanatçılar, oysa sadece hepsi insanlar…Of! Şiştim!
Bu kez kendimi suçlama sırası bendeydi hiç suçum olmadığı halde. Ona “gelecekten” güzel haberler verememiştim. Canım sıkıldı, söyleyemedim. Duygularımı okumuş olacak ki: “Ben aslında sana şunu söylemek için geldim,” dedi aniden. “Herkes bilsin ki ben kendimi asla kurban olarak görmedim. Ben göbeğimi kendim kestim, adımı dillendirirken bir çiğ damlası kadar hikmetinden sual olunmaz olmak istedim. Güle de düştüğüm oldu, çöle de. Kırgınlıklarım da oldu bir vakit, her insan gibi hatalarım da. Lakin yaşamım bir “yaşantı” olmadı asla. İkinci el bir hayata tenezzül etmedim …Ne bir azize ne de meleğim. Memleketi sahne, teni perde, suyu aşktan, ekmeği alkıştan, inadı doğuştan bir Afife Jale’yim.