“Beni acıyarak değil; düşünerek, severek, kucaklayarak hatırlayın. Tiyatro varsa ben varım.”
Demişti Afife…
Tam da en sondaki cümleydi, beni küçük Afife’nin hikâyesini yazmaya götüren sebep aslında.
O dört sözcüğe sığan cesaret, kararlılık, tutku ve aşk.
Sanatına duyduğu aşk…
Yıllarca hayaline nasıl bir aşkla, tutkuyla sarıldığı…
Sonra kendi çocukluğum geldi aklıma.
Her çocuk gibi benim de kurduğum hayaller.
“Çocuk demek, hayal demek.” değil mi zaten?
O yıllarda bulabildiğim üç beş kitabı okudukça kurduğum yazarlık hayalleri.
İşte bu yüzden onu daha yakından tanımak istedim.
Sadece tanımak değil, hatırlatmak, anlatmak istedim onu herkese. Tam da onun istediği gibi.
Velhasıl küçük Afife ile yolumuz böyle kesişti.
Kâh hüzünlenerek kâh tebessümle okudum yaşamına dair her şeyi.
O kısacık yaşamına ne çok şey sığdırmıştı. Koca bir inanç, koca bir aşk ve hepimizin hayallerinin peşine düşmesine yetecek kadar cesaret.
Hepimizin en çok ihtiyacı olan şey tam da bu değil miydi zaten: İnanç ve cesaret.
Yaşadığımız coğrafyada yarınlara ve güzel şeyler olacağına dair umudumuzu yitirmeye başladığımız bu günlerde hayal etmenin, inanmanın, pes etmemenin önemini anlatmak için Afife’den daha iyi bir örnek olabilir miydi?
Hele ki tutkuyla yaptığınız işin amacı, bir nebze de olsa çocukların hayatına dokunmaksa…
“Kitaplarda mesaj kaygısı olmalı mı olmamalı mı?” Tartışması devam ededursun ben kitabı okuyacak olan tüm çocuklara tam olarak: “Hayal edersen ve inanırsan başarabilirsin. O başardı.” mesajını vermek istedim aslında.
Ve bu nedenle okurken pek çok çocuğun kendinden bir şeyler bulabileceği ve kendi hayallerine ulaşmak için çıkacakları yolculukta onlara ilham olması için küçük Afife’yi anlattım.
İşte benim kalemimden Afife…
Yıl 1902.
Kadıköy’de bilinmeyen bir mevsimde doğuyor Afife.
Ben ilkbahar olsun istedim doğduğu mevsim…
Belki baharı sevdiğimden, belki küçük Afife’nin ele avuca sığmayan çocukluğundan, kıpır kıpır enerjisinden.
Bir ev hayal ettim önce;
İçine her akşam evinin salonunu sahne, kimi zaman annesinin paltosunu, kimi zaman dedesinin şapkasını kostüm yapan güzel gözlü küçük Afife’yi koydum.
Sonra onu tiyatroyla tanıştıran dedesini, annesini, kardeşini, hayal dünyasında yarattığı sahnelerde değişmeyen partneri kuzeni Ziya’yı ve babasını.
“Ah kocaman mutlu bir aile oluverdiler.” dedim kendi kendime.
“Her başarı önce bir hayalle başlar. Başarmak istiyorsan hayal etmelisin,” diyen ve her zaman ona ilham veren dedesi varken, küçük Afife’nin mutsuz olması mümkün müydü zaten?
Evdeki salonda kimi zaman Ahde Vefa’nın Meruşe’si, kimi zaman Venedik Taciri’nin Portia’sı olan Afife’nin ne zaman gerçek bir sahneye çıkacağını düşünmedim bile. Zaten o hep sahnedeydi.
Her şey çok güzeldi. Ta ki Afife, her gece hayalini kurduğu o perdelerin gerçekten kendisi için açıldığını görmek isteyene kadar.
Afife artık evinin salonunda Portia’yı oynamak değil sahnedeki Portia olmak istiyordu.
Ama hiçbir şey kolay olmayacaktı.
Çünkü bu coğrafyada kadın olmak hiçbir zaman kolay olmamıştı.
Bundan yüz yıl önce ne kadar zorsa hâlâ o kadar zor.
Afife için zorluklar önce en güvendiği liman olan ailesinde başlayacaktır. Özellikle de ona her zaman destek olan dedesini kaybettikten sonra.
Tiyatro okulunun kurulduğunu öğrendi önce.
O da ne?
Hayalleri gerçek mi oluyordu yoksa?
Ama tabii ki babası Hidayet Efendi varken imkânsız gibiydi.
Ve 10 Kasım 1918…
Babasının ve söz hakkı olmadığı için dolaylı olarak annesinin tüm itirazlarına rağmen küçük Afife tiyatro okulu dediği Darülbedayi sınavına girdi ve kazandı.
Müslüman kadınların sahneye çıkışı yasak olsa da Darülbedayi kadınlara özel gösterilerde oynayacakları gerekçesiyle beş kadını bünyesine almıştı.
Hayat çoğu zaman tesadüflerden ibaret değil midir zaten? (Tesadüf, kader, kısmet, gönülden istemek hangisi bu yaşanana uygun, tam da bilemedim.)
Afife’nin ilk sahneye çıkışı da tam öyle oldu işte.
13 Nisan 1919
Kadıköy Apollon Sineması ve ilk kez sahnelenecek Yamalar oyunu…
“Emel” rolünü oynayan oyuncunun yurt dışına gitmesiyle Darülbedayi yöneticilerinin rolü Afife’ye oynatmaya karar vermesi…
Evinin salonundaki Küçük Afife kendisi için açılacak olan kırmızı perdenin arkasındaki Emel’di artık.
Tam da hayal ettiği gibi…
“Sahneye çıkan ilk Müslüman, Türk kadın oyuncu.”
Tarih onun adını artık öyle yazacaktı.
Oyunun senaristi: “Bizim sahnemize bir sanat fedaisi lazımdı, sen işte o fedaisin.” demişti ona.
Sahne adı da vardı artık Jale. Anlamı gece yağan ve yapraklara konan çiğ, kırağı, su damlacığı.
Alkışlar ve çiçeklerle biten o ilk sahne gecesinde bitirdim küçük Afife’nin hikâyesini.
Sonrasını çok fazla düşünmek ya da yazmak istemedim.
Önemli olan sadece o andı çünkü.
Hani şarkıda da dediği gibi “Bazen küçük bir an için ömür bile verilir.”
Afife’nin alkış sesleri arasında neler hissettiğini, nasıl mutlu olduğunu düşündüm uzun uzun.
Küçük Afife “BAŞARMIŞTI.”
Benim çocuklara anlatmak istediğim de buydu işte.
Hayal kurmaktan asla vazgeçme. İnanırsan onlar gerçeğe dönüşebilir. Başarabilirsin.
Afife Jale, Yaşar Kemal, Halide Edip, Ara Güler…
Bana da ilham oldukları için çocukluk hikâyelerini yazdığım bu değerli isimlerin hepsinin ortak noktası asla pes etmemeleri ve tabii ki sanatçı olmaları.
Sanatın iyileştirici, güzelleştirici yanı olmasa ne kadar eksik kalırmışız.
Gelelim hikâyenin yazılış sürecine.
Afife’nin hayatına dair yazılanları okurken hatta kitabı yazarken en çok sorguladığım şey sanırım babasıydı.
“Babasının desteği olsaydı her şey çok farklı olurdu,” dedim sürekli kendi kendime. Kadınlara söz hakkı verilmeyen o dönemde Afife’nin yaşadıklarını düşündükçe…
Zira şu anda da durum farklı değildi.
Sonra aklıma, Atatürk’ün: “Bir toplum, bir millet, erkek ve kadın denen iki cinsten oluşur. Mümkün müdür ki, bir kitlenin bir parçasını ilerletelim, diğerini görmezden gelelim de kitlenin tümü ilerleme imkânı bulabilsin?” sözünden: “Kadın ile erkek eşitliği fıtrata ters.” zihniyetine doğru nasıl bir hızla evrildiğimiz aklıma geldi.
“Erkek sanatçı” kavramını pek duymasak da “kadın sanatçı” kavramını hâlâ sıklıkla duyarız.
Çünkü sanatçı olmak erkek olmayı gerektirir! Kadının yeri çok başka bir yerdir.
Yazmaya sayfaların yetmeyeceği bunun gibi bir sürü cinsiyetçi kavram…
Bir nevi toplumsal hastalığa dönüşen bu zihniyetle baş etmek elbette kolay değil. İşte, tarihi isimleri tanımak, sanata sığınmak bu yüzden çok değerli! Çünkü sanat ve sevgi hepimizi iyileştiren, birleştiren en önemli güç. Evet, hayat şu anda kolay değil ama o zaman da hiç kolay değildi.
Cumhuriyetin ilanı sonrasında 1923 yılında Atatürk’ün emriyle Müslüman Türk kadınları sahneye çıkmaya başladıysa bu tam olarak buna öncülük eden gerçek bir sanatçı, Afife Jale’nin devrimidir.
O zamanki ülkenin kışında, Afife kardelen olmayı başardıysa, bir yerlerde başarmayı bekleyen ve bunun için çabalayan nice kardelen var.
Hayallerine tutunan ve bir yerlerde açmayı bekleyen tüm kardelenlere sevgiyle…