AYLAK DERGİ

ŞEHRİBAN DEMİRBAŞ

BOŞ ODA 

Koşuyorum. Sanki ayak tabanlarımın altında bir avuç jilet varmışçasına acıyla, çıplak ayakla koşuyorum. Her yere basışımda, tüm vücuduma yayılan büyük bir acıyla sarsılıyorum. Olanca gücümle uzaklaşmaya çalıştığım her ne ise asla peşimi bırakmıyor. Kaçtığım şeyin ne olduğunu da tam olarak bilmiyorum. Hayatımın silik ve soluk rengine inat, ayak izlerim arkamda kıpkırmızı kalıyor. Kan kaybından ölmeyi düşlüyorum. Vücudumu kontrol ediyorum koşarken. Hala güçlü olduğumu hissediyorum. Bu kadar kan kaybettikten sonra sahip olduğum güce hayran kalıyorum. Geçmişimde yediğim tüm tokatlara karşı durabilecek bu gücün, bunca zaman içimde nerelerde saklanmış olabileceğini anlamaya çalışıyorum. Anlayamıyorum. Kalp atışım en son ne zaman bu kadar hızlanmıştı? Hatırlamaya çalışıyorum. Lise yıllarına gidiyorum. Hülya geliyor aklıma. Okul çıkışı aynı sigaradan aldığımız nefesler, buluştuğumuz o cadde, ellerinin sıcaklığı… Ah Hülya! İlk aşkım… O günün suçluluk duygusu, içimde hep bir kara fidan…Ne büyüyor ne ölüyor. O gün sen orada, o yolda can verirken, senden sonra yapılan üst geçit, şehrin göbeğinde senin ölümünün imzası olarak kalıyor. Hülya’ dan sonra bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmuyor. 

  Koştukça daha çok koşmak geliyor içimden. Sırtımdan akan tere teslim olmak istiyorum. Artık ayaklarımdaki acıyı da hissetmiyorum. Uzakta bir karaltı beliriyor. Yaklaştıkça karaltının orman olduğunu anlıyorum. Hem bu kadar uzakken hem nasıl bu kadar hızlı yaklaşıyoruz birbirimize? Anlayamıyorum. Orman mı bana koşuyor, ben mi ona? Algım düşüyor. Ama yine de koşuyorum. Kızgın kumlar, kan çanağı ayak izlerim… Bütün bunların bir sonu olmalı. Sonsuz bir çöldeyken karşıma çıkan orman beni ürkütüyor. Neyse ki, alışmak için yaklaşık yüz elli adımım olduğunu fark ediyorum. Bu kadar kısa sürede kabullenmem gereken durumların sonradan cılkı çıktığını hatırlıyorum. Yine de bir terapistin dediği gibi korkumun üzerine doğru koşarak gidiyorum. Üstelik korktuğum başka bir şeyden kaçarken… Peşimdekinin ne olduğunu anlayana dek duramam. Kaçmaya ne zaman ve nasıl başladığımı hatırlamaya çalışıyorum. Zihnim asla kilitli kapıları açmama izin vermiyor. Sırasıyla tek tek odaları yokluyorum. Zihnimin odalarında zifiri bir sessizlikle boğuşuyorum. Başımın içi birbirine çarpan göktaşları ile dolu. Koştukça oradan oraya savrularak beynime çarpıyorlar. Öyle bir acı!  Güneşin omuzlarıma oturması, ayaklarımın dilim dilim doğranması, beynimdeki taş izleri… Acıyla pişen bir Pekin ördeği gibi hissediyorum. Ölürken bile asil ve şaşaalı… 

  Ormana girer girmez hızım düşüyor. Çünkü bu gösterişli ağaçlar yolumu büyük bir zevkle kapatıyor. Hangi mevsim bu? Kendi içimdeki mevsimle çatışıyorum. Bir ölü, bir kayıp… Koşmaya devam ediyorum. Dallar yüzümdeki teri silerken kalıcı izler bırakıyor, yanağımdan akan yaşların renginden anlıyorum. Oysa bir ömre yayılan dostluğumuz vardı sizinle. En çok sevdiğini incitir, dedikleri böyle bir şeymiş demek ki. Arkama bakmaya cesaret edemiyorum. Ama ayak seslerini duyuyorum. Onun acısı yok mu, yaralanmıyor mu? Diye düşünüyorum. Asla vazgeçmeyecek. Ben koştukça o da koşuyor. İçimden hücrelerin tane tane benden ayrılarak rüzgârla birlikte geride kaldığını hissediyorum. Eksilmiyorum, ölmüyorum ama büyük bir acıyla varlığımı teslim etmemenin çaresini bulmaya çalışıyorum. Nereye kadar kaçmaya devam edeceğimi de kestiremiyorum. Kar başlıyor birden. Ama hala hava sıcak. Yanıyorum. Arada bir on saniyeliğine hava mı kararıyor, yoksa benim gözlerim mi o kararan? Karların birikmesi ve erimesi ile ağaçların çiçeklendiğine şahit oluyorum. Bu değişim o kadar hızlı gerçekleşiyor ki, koştukça zamanın acımasızlığına tanıklık ettiğimi fark ediyorum. On saniyelik yaşadığım karanlıklar gecelerimin habercisiymiş. Yaz mevsimini, sonbahar takip ederken kar yağmaya başladığında anlıyorum. Kendimi mekânsal zaman ile zamanın paralel bir döngüsünde sıkışmış olamayacağıma inandırmaya çalışıyorum. Aklıma annem ile babamın bana aldığı ilk bisikletim geliyor. Arkadaki destek tekerleklerini çıkardığım gün de aynı böyle hissetmiştim. Hem özgür hem korku dolu hem de sonsuzluğa doğru uçuyorum sanki. Bedenimin ağırlığını sadece bir et yığını olarak hissediyorum. Tüm bunların sebebini içimdeki boşluğa yüklüyorum. Koştukça bedenime çarpan ağaç dalları artık acıtmıyor. Arkamdan gelen kim? Neden beni takip ediyor? Cevabını bilmediğim sorularla boğuşuyorum koşarken. Burnuma bir yaz mevsiminin akşam kokusu geliyor. Zihnimde gençliğime bağlandığımı hatırlıyorum. Askerden izne geldiğim o yaz, bizim çocuklarla sahilde yapılan muhabbetlere uzanıyorum. Bir yolculuk sırasında bir amcanın söylediği söz geliyor aklıma: “Şehirleri, insan için önemli yapan sevdiklerimizdir. Yaşadığımız anılardır.’’ İnsan çok sevdiği şehirden sonra nasıl nefret edermiş, yaşayarak öğreniyorum. Hayatımdan çıkardığım insanları koşarken teker teker bir kez daha geride bırakıyorum.  

Ayaklarımı kaldıracak gücü bedenimde köşe bucak arıyorum. Bulamıyorum. Yüzüme çarpan bir maki, hayatımdaki tüm dengeleri birden alt üst ediyor. Yere kapaklanmamla birlikte zihnim ve bedenim farklı acıyla titreşiyorlar. Nefes alamıyorum. Yüzümdeki yaraların yanmaya başladığını hissediyorum. Yüzümü acıyla gömüldüğü yerden kaldırıyorum. Gözlerimi açmaya çalışıyorum. Ellerimle gözlerimi silmeye çalışırken kapaklandığım şeyin çamur olduğunu anlıyorum. Nefes almaya çalışırken saatlerdir ilk kez yorulduğumu hissediyorum. Kemiklerimi içimden çekip çıkarmışlar gibi yığılıp kalıyorum. Ortalık birden sessizleşiyor. Kulaklarımdaki uğultuya rüzgârın sesi karışırken o gittikçe bana yaklaşıyor. Her şeyin sonuna geldiğimi hissediyorum. Artık ne ayağa kalkacak ne de kaçacak gücüm var. Gerçeklerle yüzleşecek kadar da güçlü hissetmiyorum kendimi. Yaşamın bu evresinde, tam da bu anda, benim dışımdaki her şey anlamını yitiriyor. Ailemin, işimin, sahip olduğum tüm mal varlığımın artık hiçbir önemi kalmıyor. İçimdeki o boşluğun bütün bunlarla hiçbir ilgisi olmadığını anlıyorum. Yıllardır aradığım şeyin bütün bunlardan çok başka bir şey olduğunu hissediyorum. Gittikçe yaklaşan ayak sesinin tam da arkamda biten sessizliği ile ürperiyorum. Çamura bulanmış bedenimde yayılan bir sıcaklık bütün kaslarımı gevşetiyor. Arkamda duran her neyse, ona dönüp bakacak ne gücüm ne de cesaretim var. Bedenimdeki korku ve gerginlik yavaş yavaş yerini dinginliğe ve huzura bırakıyor. Garip bir şekilde kendimi hiç olmadığım kadar iyi hissettiğimi fark ediyorum. Omzumdaki tatlı ağırlık, zihnimde yeni odalar inşa ediyor. Odaların kapıları bir bir açılıyor.  Her birinden güzel kokular yayılıyor. Zihnimden bedenime doğru yayılan sıcak, hoş kokular bedenimdeki her boşluğu dolduruyor.  

Üzerime doğru eğilen gölgeyi fark ediyorum. Kıpırdayamıyorum. Gölge birden kayboluyor. Önüme güneş düşüyor. Zihnimdeki odalardan birinin kapısı açılıyor. Kendimle karşılaşıyorum. Sıcak bir gülümsemeyle gözlerime bakıyor: “Hayatın boyunca hep savaştın. En çok da benimle… Biraz rahatla. Bu kadar aceleci olma. İnsan kendi ruhunu geride bırakır mı hiç? Düşmeseydin, durmasaydın sana yetişemezdim. Yaşarken bazen durup beklemen gerekir ki, ruhun olarak bedenine yetişebileyim. Yoksa içindeki o sonsuz boşlukla yıllar arasında et yığını olarak yaşar, bu dünyadan sadece geçer gidersin. Adına da ‘YAŞADIM!’ dersin.” 

Abone Ol

Yeni sayılarımızdan haberdar olmak için
ücretsiz abone olabilirsiniz.